Yazan
G. W. Allport
Çeviren
Abdulhalim Durma
ÖNSÖZ
Zamanımızda insanların çoğu hem psikoloji hem de din ile ilgilenmektedir. Psikoloji sağlıklı büyüyen bir ilimdir. Ümit edilir ki, XX. yüzyılın kesin sonuçlu bir ilmi olarak hüviyetini kazanacaktır. Yine günün anlayışıyla modaya uygundur -belki de en çok kendi itibarı için. Psikolojiye duyulan popüler alaka artarken, din insanlığın daima seçkin ilgi alanlarından biri olarak varlığını sürdürmektedir. Bu ilgi tarihin başlangıcından beri vardı - muhtemelen daha da öncelerden— ve son otuz yılın sosyal ve ahlaki felaketleriyle de azalmadı1. Hem psikoloji hem de din ile ilgilenenler, tamamen tabii olarak bu iki alanın birbiriyle irtibatlı olmak zorunda kaldıklarını görüyorlar. Her biri insanlığın geleceğine oldukça derinden bağlı gözüküyor.
Bilindiği gibi, modern ampirik psikoloji başlangıçta kendisini dinden şiddetle ayrı tuttu. Bu 'ruhsuz psikoloji', üstünlük ve ihtişamın alameti haline geldi. Bunun için makul sebep vardı. Sadece din ve felsefenin geniş alanı olarak bakılan insan ruhunun kavrayış ve vaizliğine fazlasıyla sahipti. İlmi metot ve indüktif düşüncenin ispatlanmış liyakatini taşımak için yeni bir yol çizmek üzere psikologlar zorlandı. Dinin mihrabına sırtını çeviren ve felsefenin koltuğunu terk eden psikologlar, laboratuar ve klinik metotları benimsediler. Kazançları, derhal tahkik edilebilir gerçeklerin yığılması ve dost ilim adamlarının artan mutabakatı oldu. Bu anlaşma tam değilse de, din adamları ve filozoflar tarafından daha önceden varılan anlaşmalara hiç olmazsa çok daha fazla baskın . Psikolojinin ilerlemesi ve prestiji, ilmi oryantasyonu muhafaza etmesine sıkı şekilde bağlı olduğundan -otoriter bir karanlık, bu dünyayı girdabına çekmedikçe- felsefi, siyasi veya dini dedüktif bir ideolojiden indüktif psikolojinin tarihi ayırımının sona erecek olması konusunda beklenen hiçbir şey yoktur.
Aynı zamanda, insan zihninin dışa açılmasıyla uğraşan psikoloji ve dinin sürekli olarak ve ümitsizce aralarının açık olması gerektiğini düşünmek saçmalık olacaktır. Kendi aksiyom ve metotlarında ilim ve sanat ne kadar farklı iseler de, binlerce şekilde işbirliğini öğrendiler — güzel yapıların, müziğin, elbise ve desenlerin üretiminde. Aynı şekilde, metot ve aksiyomlarında farklılaşan ilim ve din, diğer bütün insan kazançlarında trajik kayıp olmaksızın, gelişmiş bir insan karakterinin ortaya konulmasında niye işbirliğine gitmesinler? Bugün bir çok kesimden din ve psikolojinin insan huzuru için gayretlerini birleştirmek üzere ortak bir zemin arayışı içinde olmalarına dair bir talep gelmektedir.
İnancımız odur ki, böyle ahenkli bir gayret ortaya çıkmadan önce taraflardan her biri, adet kabilinden gösterdiklerinden daha büyük bir görüş elastikiyetine ihtiyaç duyacaklardır. Dar anlayışlı bir ilim asla dar anlayışlı bir din ile iş yapamaz. Ancak perspektiflerini genişlettikleri takdirde anlayış ve işbirliğine açık olacaklardır.
Bu sahifelerde ayrı çaba gerektiren imkan dahilindeki hususlar üzerinde durulmadı (4. Bölümdeki akıl sağlığını artırmada psikoloji ve dinin önemli rolünün açıklanması dışında). Daha çok, mantıki önceliği olan bu görev, yani bireyin hayatında dinin yerini keşfetme görevi üzerinde duruldu. Dini duygunun mahiyeti ve fonksiyonu psikolojik bakımdan anlaşılmadan, herkes bir taraftan karşılıklı siyasetten veya dinin 'uyuşturmasından' ve hurafelikten bahseder, diğer taraftan peşin hükümler verilir.
Söylediğimiz gibi, bu çalışmanın hedefi, her ne zaman ve her nerede olursa olsun ancak dinin sahip olduğu böyle bir yerin, yani, şahsiyet yapısındaki sübjektif dinin yerinin tasviri yönündedir. Yaklaşım psikolojiktir, bazıları bunu naturalistik diye adlandırabilir. Açıklanacak olan dinin talepleriyle ilgili hiçbir tavır veya ret ortaya koymuyoruz. Bir ilim adamı olarak bunları yapmaya yetkili değiliz.
Yaklaşım psikolojik açıdan tanımlanırken, her psikologun yapılan analizlerle mutabık olacağını ima etmek niyetinde değiliz. Gerçi psikoloji elbette bir ilimdir, fakat henüz tek vücut olmuş bir ilim değildir. Kullanışlı gerçekleri içine alan psikolojik yorumun, her biri kendi içinde tutarlı olan birçok çatısı vardır. Zamanla çok sayıda tecrübe ve gözlem biriktikçe, insanın bütün hal ve hareketlerine dönük tek sesli bir yorum setini empoze etmek mümkün olacaktır, henüz değil. Böyle tek vücut olmuş bir ilmin ortaya çıkacağını birçoğu düşünür. Diğerleri de inanır ki, zihin hayatının açıklamaları daima felsefi anlaşmazlıkların konusu olacaktır. Bu bilmecenin cevabının verildiğini iddia etmiyoruz, fakat kendi yorumlarımızı, modern dinamik psikolojinin en kabul edilir prensipleri olarak anladığımız çerçevede ortaya koyuyoruz.
Analizlerin dayandığı dinamik kavramlar sistemi, Personality: A Psychological Interpretation (I937)'da ileri sürüldü. Elinizdeki kitaba bir anlamda o kitabın uzmanlaşmış bir bölümü olarak bakılabilir. Fakat yanılmayacak olursak, kullandığımız kavramlar ve vardığımız temel sonuçlar, modern psikoterapide, fenomenolojide, neofreudçulukta, ve yürürlükteki psikolojik araştırma ve teorinin diğer bölümlerindeki ileri düşüncenin çoğu ile aynı çizgidedir. Bu okulların temsilcilerinin bizim sübjektif din değerlendirmemizi detaylarıyla kabul edip etmeyeceğini şüphesiz kestiremeyiz.
Bir değer hükmü çalışmayı renklendirmektedir. Bize göre, demokrasinin her destekçisi benimsemelidir ki, yapabileceğinin en iyisi olarak kendi hayat felsefesini kurmak, yaratılıştaki şahsi yerini bulmak her bireyin hakkıdır. Sadece bir ikinci elden ve bu yüzden olgun olmayan bir dinle, mutlu olması için onu davet eden kültür ve benzeyiş kuvvetlerini açıkça görürse, hareket etme serbestliği daha büyük olur. Onun için dini yakarışını tamamen vazgeçirme eğiliminde olan tahkir ve korkutma baskılarını anladığı seçme serbestliği aynı derecede gereklidir. Böyle baskılar dar düşünceli ilimden ve hayatın daha büyük hareketlerinin karşısında bulunan diğer herhangi bir araştırıcı kadar cahil ve yardımsız olan bazı öğretmen ve yazarlardan çıkar.
Tenkitçiler seçme serbestliği için dikkatin, bu iki engel arasında bir dereceye kadar eşit olmayacak şekilde bölündüğünden şikayet edebilir. Belki söyleyeceğimizden daha azını ikinci elin, otoriterin, şahsiyetteki olgunlaşmamış dinin işleyişi hakkında söyledik. Her tarafta dar kafalılığın ve kaçışçılığın muayyen dindarlık şekillerine nasıl refakat ettiğini görürüz. Biri Amerika'yı boydan boya gezer ve Jim Crow kiliselerini, mağaza cepheli mabetleri, antisemitik 'hristiyan' haçlı seferlerini not eder ve insan zihninin karanlıklarının ne kadar çok dini hurafeyle kutsallaştırılmış olduğuna işaret eder. Birçok kişinin hayatında din, sadece korku ve engellenme arazı olarak gözükür.
Çocuksu ve nörotik şahsiyetlerde dinin yerine getirdiği fonksiyonla ilgili olarak yapılandan daha fazla durmamak üzere muhakememiz, normal olarak olgun ve üretici şahsiyetteki dini gelişmenin yolunu çizmeye teşebbüs etmek üzerinedir. Din psikolojisiy1e uğraşıyoruz, psikopatoloji ile değil. Dini inancın nörotik fonksiyonu, onun 'hürriyetten bir kaçış' olarak yardımı, gerçekten ortak şekilde karşılanır ki, dinin unsurları, sadece bu fonksiyonu görür ve onu, dini bir duyguyu barındıran her hangi birine hakim olması şeklinde ilan eder. Bu görüşe katılmıyoruz. Birçok şahsiyet, gelişmesinde bir duraklamaya katlanma ve kendi kendini aldatma olmaksızın dini bir hayat görüşüne ulaşır. Gerçekten bu, onların hayata dini bakışı sebebiyledir -tecrübe artarken genişleyen- ki, onları, olgun tam entegre olmuş bir şahsiyet kurma ve korumada ehliyetli kılar. Ulaştıkları sonuçlar ve muhafaza ettikleri duygular, şahsiyetin kendisi gibi, yeganedir, çeşitlidir.
William James bu noktayı, elli yıl önce yazmış olduğu „Varieties of Religious Exprrience' adlı mukayese edilmez eserinde dile getirdi. Son iki nesilde dinamik psikolojinin ilerleyişinin kesinlik ve destek saklamak için yeterli olduğunu hissetmeseydik, onun tezini yeniden ifadeye cesaret edemezdik. James modern şahsiyet teorilerine yetişmedi. Birçok hususta bu teorilerin isteyerek onun önceki buluş ve yorumlarına uyum göstermesi, dehasının tasdiki olacaktır.
Bu bölümler 1947 baharında Boston‟da tarafımdan veri1miş olan Lowel konferanslarının revizyonudur. 1945 baharında Ohio Wesleyan Üniversitesinde Merrick konferansları olarak mevcut şekliyle okundular. Konu hakkındaki düşüncelerimi formüle etmek için teşviklerini esirgemeyip fırsat sağlayan her iki müessesenin güvenlerine müteşekkirim.
Tenkitçi ve yardımcılar bakımından talihliydim. Bir çok şekillerde Mrs. Jacqueline Sutton ve Mr. Gillespie‟nin, özellikle 2. Bölümdeki araştırma ile irtibat bakımından, ve Mrs Eleanor Sprague‟nin sürekli yardımları oldu. Din Psikolojisinin anlayışlı, akıllı öğrencisi Dr. Steward Hiltner bana fikir ve stratejik cesaret verdi. Aynı şekilde verimli bir yardım, Boston Üniversitesinden Prof. Edgar S. Brightman ve Boston‟daki Vedanta Kilisesinden Swami Akhilananda‟dan geldi. İlki beni psikosentrisizm, ikincisi de etnosentrisizm‟den korumaya çalıştılar. Boston Üniversitesinden Prof. Peter Bertocci, hayati bir teşvik kaynağı idi. Ve dostça bir tarzda muayyen felsefi ve teolojik hareketlerle uğraşırken ihtisas dışı olmamı telafi edecek şekilde yardımcı oldu.
Tenkit çabaları başarısızlıklarımı tamamen doğrulamadı; böyle yoğun bir şekilde ele alınmış din gibi geniş bir alan için bir psikolog davetsiz misafirdir. İlahiyatçılar, filozoflar, din ile uğraşanlar, tarihçiler öncelik hakkına sahip olmuş olmalı. Sınırlı psikolojik açıdan bile onların alanına tecavüz etmeden konuya eğilmek imkansızdır. Aynı zamanda psikolog herhangi bir oranda bu psikolog- devamlı olarak sessizliği muhafaza edemez. Onun da söyleyecek bir şeyleri var. Özellikle kişi şahsiyetindeki dini duygunun fonksiyonu üzerine işitilmeyi ister.
Gordon W. Allport
İÇİNDEKİLER
1.Dini Yakarışın Kökenleri 2.Gençlikte Din
3.Olgunlukta Din
4.Vicdan ve Akıl Sağlığı 5.Şüphenin Mahiyeti 6.İtikadın Mahiyeti
Dini Yakarışın Kökenleri
Özellikle üniversitelerdeki modern entellektüeller arasında, din konusu gizlenmeye, üstü örtülmeye çalışılır gözükmektedir. Bu, insanoğlunun eğitimli kesiminin daha az akıbeti göz önünde bulunduran bir tarzda yaşamayı öğrenmesi ve her tipe hitap eden açıklamalara güven duymaması yüzünden mi? Yoksa iç dünyaları hakkındaki bilgiyi akışkan hale getirmek veya tam bir laikliği sessizce benimsemek için onu gerekli gören üniversitelerde hakikati parçalı tarzda keşfetmek gayretleri içersinde yer alması sebebiyle mi? Her ne sebepten olursa olsun modern dünyada dinin ısrarlılığı, bugünün alimlerine bir sıkıntı, bir mahcubiyet sebebi olarak gözükür. İnsan alakasının tahminen hiç bir alanına yabancı olmayan psikologların bile, konu gündeme geldiğinde, kendilerini geri çekmeleri muhtemeldir.
Son elli yıl boyunca din ve cinsiyetin tersine dönmüş pozisyonlara sahip olduğu göze çarpar. Viktorya çağında yazmış olan W. James, hüsnü tabirle 'aşk içgüdüsü‟ diye adlandırdığı cinsiyetin insan hayatındaki rolüne, ancak iki sahife ayırmaktaydı. Gerçi hiç bir yasak onu, dehasının ürünlerini Varieties of Religious Experience'a yönlendirmekten geri alamazdı. Din konusunda serbestçe ve göz kamaştıran bir parlaklıkla konuştu. Aksine bugün psikologlar insanoğlunun cinsel ihtirasları konusunda, Freud veya Kinsey'in içtenliğiyle yazarlar, fakat dini ihtiraslar gündeme geldiğinde, yüz kızarmaları ve sessizlik artar. Ancak psikolojide herhangi bir modern ders kitabı yazarı, cinsiyet gibi insan türünün daima evrensel bir alakası olmuş bulunan din konusuna çekingen iki sahife ayırır.
Müessesevi alakaların ve tarihi telakkilerin giderek güçlenen hususlar haline geldiği hem teknik hem de dolambaçlı olan bir sahaya birkaç bağımsız psikolojik araştırma metoduyla girmekte psikologların gönülsüzlüğünü anlamak zor değildir. Bir psikolog için bu kadar çok hayat alanına giren ve özel araştırma veya bilgi bakımından oldukça az getirecek olan bir konu üzerinde açıklama yapmak, ruhun belli bir dayanıklılığını gerektirir.
Gerçi psikoloğun bu alandan çekilmek için hiç bir hak ve mazereti yoktur. Ülkemizdeki yetişkinlerin üçte ikisi kendilerine dindar insanlar olarak bakar ve hiç olmazsa onda dokuzu, kendi ifadelerine göre, Allah'a inanırlar. Bu çeşit yaygın bir duygu ve inanç, mesleki tevazu ve ilgisizlik gibi sebeplerden dolayı ihmal edilemez. Dahası, dünya tarihinin tam bu noktasında ilim adamlarının psikolojiyle din arasındaki ilişkiye ilgisi, giderek daha fazla artıyor. Belki bunun sebebi, ekseriyetin, tarihi bir itikadın akidelerini kuvvetle tasdik ederken, kendilerinin de birçok ihtirazi kayıtlarla bu itikadı muhafaza ettiklerini görmeleridir. Merak ediyorlar, niçin şüpheleri onları daha çok rahatsız ediyor? Şunu da görüyorlar ki, hala dini 'hissederlerken', hal ve gidişlerinin düzenleyici prensipleri, dini inançlarından daha az, psikoloji, psikiyatri ve akıl sağlığından daha fazla gelmektedir.
Şüpheye, laikliğe, psikolojizme olan bu temayül en ince derecesiyle, dinin geçmişe ait bir şey veya yolun dışında olduğu manasına gelmez. Tarih, müessesevi dinin zayıflama, bozulma gösterdiği kadar, yeniden canlanma tarafı olduğunu da ortaya koymuştur. Laikliğin artmasıyla belirlenen XIX. yüzyıl, bununla beraber Oxford Hareketine, Evangelic Revival'a, Hristiyan İlminin Doğuşuna ve Kurtuluş Ordusu'nun kuruluşuna şahit oldu. Asrımız bu hareketlerin daha çok yayılışına ve ekümenisizmin dikkat çekici gelişmesiyle birçok fundamentalist mezheplerin de yeniden ortaya çıkışlarına sahne oldu. Fakat organize dinin bu durumu konu dışıdır.
Bu bölümün münakaşası, müessesevi dinin itikadı her ne olursa olsun, insanoğlunun sübjektif (şahsi) dini duygularının çok daha fazla canlı olduğu, ve belki deköklerinin çok ve derin oluşundan dolayı daima canlı kalacağıdır.
Münferit bir Dini Duygu Formu Var mıdır?
Kişi hayatında dinin köklerine geçmeden önce, her dini duygunun kaçınılmaz surette bir parçası olan tecrübenin münferit temel bir formu olup olmadığını araştırmalıyız. Dini duygu için böyle ortak bir mahreç keşfedebilseydik, uygun olurdu. Bu konuda birçok teşebbüs yapıldı. Bunların en iyi bilinenlerinden biri, Schleirmacher'ınkidir. Bu yazar, dini duygunun ayırt edici şekilde 'mutlak bağımlılık duygusu' olduğunu ileri sürer. Son analizde din bir yalvarış, bağımlılık, teslimiyet duygusudur. Sonraki birçok yazar, Schleirmacher'ın bu dini duygudaki merkezi ve ayırt edici niteliği bulma teşebbüsünden oldukça etkilendiler. Fakat her biri bu olayda kendi tarzını seçti.
Rudolf Otto hissetmekteydi ki, Schleirmacher bağımlılığın bu zihni karşılığına yukarıdan bakmıştı. Her şeyin ötesinde, kendi hiçliğiyle boğulmuş birey insanın kendisinden 'tamamen başka' bir realiteye— bağımlı olduğu esrarengiz, 'heybetli ve büyüleyici' bir realitenin ancak farkındadır. Otto'ya göre, kitle bakımından Sanctus (bu kelime ile başlayan ilahi) un niyeti, dinin timsalini göstermesidir. Holy, Holy, Holy bütün dinin kalbidir. Ve Otto'nun vardığı sonuç şudur: İnsan tecrübesinin başka hiç bir safhası, Bu 'hayranlık uyandıran mutlağı' icap ettirmediğinden, esasen bu dini duygu yeganedir ve diğer herhangi bir insan tecrübesine benzemez.
Fakat Otto'nun analizine hayranlık duymakla birlikte Wobermin'e dönüyor ve şunu görüyoruz. Güvenlik hissi ve iştiyak duygusu hem Schleirmacher hem Otto‟da yetersiz şekilde verilmektedir. Bütün dini kültürlerde , Dobermin ısrar etmektedir, mezmurlar ve dualar hem iştiyak hem de güvenliğe referanslarla doludur. Mesela Budizm'de, Schleirmecher'ın analizine tamamen merkez olan bağımlılık hissi geri çekilir, halbuki güvenlik duygusu ve şiddetli iştiyak hakimdir.
Bu tip analiz için örnekleri çoğaltmayacağız, fakat bu bireysel yazarı memnun etmek, başarısızlığa önceden mahkum etmek demektir. Her bir analist, bu sübjektif din formülünü kendi içebakışlarına dahil edebilmek için buradan bir parça çekiştirir, oradan bir parça itiştirir, gözükür. Bu tip yazarlar esasen biyografiktirler, ve bilinçaltı yoluyla bütün insanoğlu için dini hassasiyete dair kendi titiz durumlarını yansıtırlar. Münferit fenomenal bir özle belirlenmiş bu dini duygu bir örnek terkip ise, bu yaklaşımı daha başlangıçta reddetmek önemlidir. O takdirde psikolojik analizle ilgili görevimiz doğru olacaktır, fakat bu basit yaklaşım kabul edilmezse, ki edilmeyecektir, eleştirimiz çoğulcu ve farklı olmalıdır.
Din konusunda yazmış olan bir çok psikolog şu noktada mutabık görünüyor, münferit ve yegane hiçbir dini heyecan yoktur, fakat daha çok dini bir objeyi hareket noktası alabilen ziyadesiyle muhtelif bir tecrübeler dizisi olabilir. Dini duygunun varlığını işaret eden, işte bu tecrübe karakterinin kendisinden çok, bu alışılmış ve niyetli tecrübe mahrecidir. Dini niyete girebilen heyecanların geniş farklılığı James tarafından tasvir edilir:
“Dini korku, dini sevgi, dini huşu ve benzerleri vardır. Fakat dini sevgi, dini bir objeye yönelen insanın tabii sevgi heyecanıdır yalnızca; dini korku, mükafat veya ceza şeklinde bir ilahi karşılık kavramı onu canlandırıncaya kadar, sanki insanın yüreğini titreten müşterek alelade alışveriş korkusudur sadece; dini huşu, alacakaranlıkta bir ormanda veya bir dağ geçidinde hissettiğimiz aynı organik heyecandır; tabiatüstü ilişkilerimize dair bu
düşünce sadece bu esnada bizi aşar; aynı şekilde dindar insanların hayatlarında görüldüğü kabul edilen bütün muhtelif duygular.”
Dunlap, yegane ve evrensel bir dini heyecanı ve evrensel dini kavramların varlığını reddeder. Şunu görür, gerçi tarihi dinler, mükerreren muayyen ortak kavramlarla uğraşır, fakat bunu istisnasız yapmaz. Üstün kudretlere duyulan alaka, evrensel olmasa da, genelde vardır, Şeytanlar, ruhlar, cinler ortak şekildedir, fakat her zaman bir alaka konusu değildir. Kozmoloji ve metamorfoloji problemleri umumiyetle vardır, fakat istisnalar olabilir. Günah, halas, ve ölümden sonraki hayat sadece tekrar eden alaka konularıdır. Mistik durumlar ve kutsallık fikri umumi şekildedir, fakat aynı şekilde ele alınmamaktadır. Sadece takriben müşterek olan bu kavramsal alakaların özüyle uğraşırken kişinin kendisi, zihin durumlarının hudutsuz bir çeşitliliğini yaşar. Bir dinin veya bir diğerinin abidleri tarafından yaşanmamış 'hiçbir his, hiçbir heyecan‟ yoktur. Ve yeryüzündeki dinlerin çoğunda, uygun şartlarda yaşanan her çeşit heyecan ve his karışmış bir vaziyette bulunur.
Şurası gerçektir ki, James ve Dunlap, bir dereceye kadar kendi çoğulculuklarında aşırıdır. Birçok yazar dini his için sabit bir norm kurmayı ve sonra ferdi varyasyonların meydana gelişini biraz da istemeyerek tanımayı tercih eder. Yakın zamanlara ait bir yazar olan Max Schoen'e kalırsa, dini tecrübeden 'bir çeşit çarpıklık'a konu olarak söz eder. Bir psikolog için „tecrübenin çarpıklığı‟ndan söz etmek acayip gözükür. Bir tecrübe sahip olduğumuz bir şeydir, idrak edilir surette gerçeği tahrif edebilirken, ancak kendisini tahrif edebilir. Schoen'in ve sübjektif halleri içinde din konusunda yazan yazarların ekseriyetinin hatası şudur. Dini şuurluluğu karakterize etme görevini, onun ne olduğunu bilen ehliyetli otoritelere dayandırmazlar yani onu yaşayan kimselere.
Kişinin hayatındaki dini modelin standart bir formu olduğunu reddederken, o münasebetle şahsi bir formun varlığını inkar etmiyoruz. Tamamen aksine, herhangi bir fertle kendi zihin hayatının karakteristik hisleri ve oldukça tipik olup tekrar tekrar vuku bulan kavramlar vardır. Yoğun psikolojik incelemeyle kesinlikle mana verilebilen ve anlaşılan iyi organize olmuş şahsi bir duyguya kişinin sahip olması muhtemeldir. Dini hayatlarında insanlar birbirlerine uygun düşmeseler de, kural olarak hudutlu şekilde kendi içinde bütünlük teşkil ederler.
Dini Duygunun Ortak bir Kökü Var mıdır?
Sübjektif dini tecrübede, hiçbir standart esas model olmadığı gibi, ortak orijin noktası da yoktur. Münferit dini bir insiyakın varlığını inkar etmek, böyle bir insiyak için bir vaka ortaya koyan herhangi bir yazar bulmak zor olacağından, modern psikolojide itikatlara aykırı hiçbir düşünceyi gerektirmez. Yüzyılın büyük insiyakçı psikologu MacDougall bile, temelde münferit dini bir temayül için hiçbir delil bulmadı. Daha çok, fazla karmaşık olmak üzere reverans heyecanını düşündü. Bu heyecan, korku ve hayranlığın mecz olmuş bir hali olan huşuya girer. Hayranlık sıra ile olumsuz bir kendini hissetme ve şaşkınlığın birleşmesini gösterir. Ayrıca, reverans şefkat heyecanı ile olumsuz kendini hissetmenin ikili terkibi olan minnettarlığı, şükranı içine alır. Bu heyecan karmaşasının temelinde hiç olmazsa MacDougallci dört temayül işbaşındadır: merak, kendini alçaltma, değişiklik ve veli içgüdüsü.
Gerçi münferit ve spesifik bir dini içgüdü için psikolojik destek bulmakta başarısız olsak da, münferit bir bedeni veya zihni mekanizmayla işleyiş halinde olan dini düşünce ve hissi aynılaştıracak bir temayül buluruz. Mesela cinsiyetle ilgili represyon teorisinin taraftarları vardır. Bu kişiler, delil olması bakımından dindeki cinsiyet sembollerinin göze çarpanlarını ve dini taşkınlık ve mistik hayallerin bazı formlarının ifratla işret ve cümbüş kabilinden tabiatını iktibas ederler. Dinin, gayesi ket vurulmuş cinsel impulsun incelikle örtülü bir yücelmesi olduğunu kabul ederler. Fakat bu mantık çizgisi, dinin beslenme, emniyet, rahatlık sembollerine verdiği daha büyük önemi görmemezliğe gelir. Ve, bilhassa aynı şekilde cinsiyet heyecanıyla her çeşit heyecanı karıştırmaktan veya cinsiyeti mükemmellikle denkleştirerek anlaşılmaz hale getiren düşünceden suçludur. Herhangi bir olayda fazlasıyla dini işaret eden ihtirassızlığa yukarıdan bakar. Yine biliriz ki, hiç bir cinsi represyonu tanımayan yerlerde ve devirlerde dünyanın çehresini din aydınlatmıştır. Ayrıca tekzibe gerek duyulursa, bugünün gençliğinden gelen raporlarımız var. Bu konuda serbest ve anonim belli bir fırsatı yorumlamak üzere, yakın zamanlarda mülakat yapılan 500 öğrencinin sadece yüzde sekizi dini uyanışlarında cinsiyet telaşının bir faktör olduğunu düşünmekteydi. Yüzde yirmi üçü huşuyu ileri sürerken yüzde on yedisi hüzün ve kederi ve yüzde kırk ikisi korku ve güvensizliği kabul etmekteydi.
Sanki bu çeşit introspektif raporların delil oluşuna kulak asmamak için, dini hayatın bir başka örnek ve hakim korelatında, yani iddia edilen bilinçaltının işleyişinde ilerleme kaydedildi. Eğer dinin kökleri şuur eşiğinin tamamen altında ise, şüphesiz içe bakış değersizdir, bu görüşün meşhur mümessili, bireyin Tanrı kavramının her vakada babasından sonra model alındığı düşüncesini koruyan Freud'dur. Allah ile bizim şahsi münasebetimiz, fiziki velimizle olan ilişkimize bağlıdır. "Allah aslında hiç bir şeydir, fakat yükseğe çıkarılmış bir babadır." Hakikatse ve birey hayatı her ne zaman inişli yokuşlu bulsa, bu ifadenin doğruluğu kendilerini ifadeye cehdeden derinden bastırılmış infantil fikirlerin varlığına bağlıdır. Freud böyle düşünmektedir.
Dinde bilinçaltına bağlı olan başka birçok yollar vardır. Mesela W. James bireyin zihni ile evrensel bir zihin arasında şuur altında bir irtibat olduğu hipotezinin himayesini dilemekteydi. Analojisini kullanmak gerekirse, "Ferdi şuurluluk adası terkip ve desteğini çizdiği hudutsuz okyanus zeminine eninde sonunda dayanır. Ferdi zihnin üniversel zihnin sadece bir parçası olduğu teorisi, Hinduizm ve Hristiyanlık İlmi gibi tip bakımından farklı birçok dinlerde ortaktır. Bu teorinin bir dereceye kadar hemen hemen her dinde bulunduğu gözükür. James'in kendisinin açıkça gördüğü gibi, teorinin liyakati, psikolojik olmaktan çok metafizik olmasından ileri gelir. İlahi bilincin akışı için ferdi zihne mümkün bir kanal sağlar.
P
sikolojik bakımdan, şuuraltı kökleri olan herhangi bir teorinin denenmesi veya reddedilmesi zordur. Emin olabileceğimiz tek husus, böyle teorilerin tek yanlı
olduklarıdır. Şuurlu kozal kuvvetler de olacağından, bilinçaltının gücü, hikayenin tamamı olamaz.
Sübjektif din hakkında en göze çarpan gerçek, belki de şahsi hayatın idare tarzında iyi teşkil edilmiş rolünü oynarken asli basitliği ile teşekkül hadisesindeki ekstrem karmaşıklık arasındaki zıtlıktır. Mecz oluşu bakımından cüz ve basit, fakat unsurlar bakımından karışık, muğlak olan zengin bir tatlıdır. Veya metafora itibar etmek gerekirse, parlak ve basit ise de, terkip bakımından realitede çok renkli olan şahsiyetteki bir beyaz ışıktır.
Her şahsiyetin prizması yegane olduğundan, spektroskopik bir analiz yapmak kolay değildir. Hemen hemen bütün örneklerde her nasılsa şunu buluruz, gelişmesinin seyrinde kişinin dini, bedeni ihtiyaçları (l), mizacı ve zihni kapasitesi (2), psikojenik alaka ve değerleri (3), akılcı açıklama gayretleri (4), ve etrafını çeviren kültüre tepkisi (5) ile kırılır. Gelişmeye müstait faktörlerden her biri ayrı yorum gerektirir, bu da sadece dini duyguyu hasıl eden sentezler yoluyladır.
Organik Arzunun Rolü
İnsan hayatının tamamı arzunun etrafında döner. Ve Dunlap'ın dediği gibi, "dinde konu olmayan veya bir zamanlar konu olmamış hiçbir arzunun bulunmadığı gözükür. Şüphesiz dua, ibadet arzunun bir ifadesidir ve insanın kendisi için dua etmediği veya etmemiş olduğu arzu edebileceği hiçbir şey yoktur."
İnsanın temel arzuları yiyecek, su, ve emniyete ait olanlardır. Korku da birey ve tür bakımından ilk ve önemli bir unsurdur. İki unutulmuşluk arasında birleştirilmiş olan insan hayatı düşmanlardan, tabiattan, hastalıklardan, yoksulluktan, sürgün edilmekten korkma yoluyla başlar. Hepsinden fazlası ölümden; çünkü dünyadaki bütün yaratıklardan sadece insan öleceğini bilir. Bir muskanın bizi korumasını istemez miyiz, kendimizi ebedi güçlü kollara bırakmaz mıyız, Nirvana'yı araştırmak için kendimizi disipline etmez miyiz, ve böylece üzerimizde devamlı savrulan tehditlerden kaçıp kurtulmaz mıyız? Bir çeşit teminat istemek, güvensizliğe karşı spontane bir tepkidir. Tipik dini yalvarış, her itikatta varyantlarıyla ufak değişikliklerle görülür:
Yol göster bana sen büyük Yahova
Bu kıraç araziden geçen ben yolcu
Zayıfım fakat sensin kudretli
Koru beni güçlü ellerinle
Korkunun ortağı, arkadaşlık arzusudur. Birçok insanda sevme kapasitesi büyüktür ve sevme arzusu doymak bilmez. Hatta dünyalık bir sevgiye sahip olanların en mutlu anlarının bile daima yeteri kadar sevdikleri veya sevildikleri şüphelidir. Son hadde yakın bir arzu kalır. Ve eğer ölüm sevileni bu dünyadan alırsa, bu arzu artar. Küçük bir çocuk her gece mahrumiyeti esnasında ölmüş bulunan annesi için dualarıyla hitap etmektedir. Kültür bu uygulamayı tasvip etmez, ve büyükler tarafından bu öğretilmez. Zira desteği olmayan bir çatışmanın spontane bir çözümüdür çocuk için. Onun dini, onun kimsesiz açlığı ile desteklenmektedir.
Alışıldığı şekilde, istek daha yoğun hale geldiğinde, dini şuurluluğun keskinleşmesi hayatın bu kritik devrelerindedir. Bir çok insan sadece kriz anlarında dindardır; insanların rahat ve Allahsızca sürtünerek geçirdikleri zamanın kalan kısmında, dini duygular, rafa kalkmışça cansız bir şekilde uyku halindedir. Fakat bir şahıs tarafından kriz olarak hissedilen şeye, bir başkası tarafından çok kez aynı şekilde bakılmadığını not etmek gerekir. Genç bir kız velilerinin boşanmaması için ettiği duaları sonunda dindar hale geldi, bir başkası kabuslarının başlamasından kurtulmak arzusuyla. Mahrumiyet veya kendi kendini cezalandırma, çok defa canlı bir dini tecrübeyi meydana çıkarır. Katolik genç kızın uygun bir evlilik isteği, onu ilahi bir yardım için Novena söylemeye götürebilir2. Bireyin dini, çok sayıdaki yollarla karışık motivleri ve tamamlanmamış bir hayatın isteklerini bir mihraka getirir.
Yukarıdaki listeyi uzatmak gereksizdir. Çokluğu ve çeşitliliği, farklı bireyler tarafından ve bir ve aynı kişi tarafından hayatın farklı devrelerinde benimsenmiş farklı Allah kavramlarıyla gösterilir. Bazen kudret vasfına önem verilir. Allah her şeye gücü yetendir -yaratıcı ve fırtınaları yatıştırma gücüne sahip; gökler ve cennet onun şanını bildirir. Bazen O, güvenlik ve güç kaynağıdır, ve keder ve sıkıntı anlarında her yerde hazır ve nazır bir yardımcıdır. Çok defa kutsiyetin yüceliğiyle kendisine ibadet edilecek evrensel kusursuzluktur. Sevgiye ihtiyacımız olduğunda Allah sevgidir, bilgidir, her şeyi bilendir, tesellidir. Kavrayışı aşan barışı ihsan eder. Günah işlediğimizde Halaskardır, rehberliğe ihtiyaç duyduğumuzda Kurtarıcı Ruhtur. İlahi sıfatlar açıkça arzunun panoramasını doğrular, gerçi birey, Tanrıya yaklaşımının mevcut ihtiyaçlarıyla tayin edildiğinin nadiren farkındadır.
Burada akla Hindu dinindeki ilginç bir rit gelir. Onaltı veya onyedi yaş civarında, Hindu genci öğretmeninden bütün hayatı boyunca İlahına kendisini bağlaması ve duasında özel bir araç olarak hizmet etmesi için isim alır. Bu adette Hinduizm, mizacın, ihtiyaçların ve inisiyatif kapasitelerin geniş ölçüde dini hakikatlere yaklaşımı tayin etmesi gerektiğini kabul eder. Tabiata alışılmadık şekilde bir sevgi gösterme ile genç bir şahıs, Allah'da bu sevgisinin tamamını bulmaya çalışacaktır. Bu yüzden 'Sevgili' adı, özellikle ona tavsiye edilebilir, çünkü bu ad bütün varlığın tekliğini teyit eder. Bu ritin hazırlığı esnasında öğretmen onun yüküyle ilgili şahsiyetini doğru bir şekilde değerlendirme sorumluluğunu üzerine alır. Gerçi diğer dinler olgunluk eşiklerinde bu başlangıç için şahsi danışma sağlar, muhtemelen hiçbir genç şahsiyetinin sıkı bir analizini yaparken, böylesine genişlikle hareket etmez. Bu uygulamada dini duygunun bu nihai ferdiyetini tanıyan müessesevi bir dinin ender örneğine sahibiz. Öğretmenin kendisine Batıdaki akıl hastalıkları mütehassısının selahiyeti olmadan üzerine almak istemesinden daha fazla sorumluluğu üzerine almak istemesi, konumuz dışıdır.
Hindistan'da kişinin kendi şahsi ihtiyaçlarına uygun bir İlah için bir ada sahip olması yetmez; bu adın en yakın arkadaşlardan, kişinin zevcesinden bile gizlenmesi sıkıca tembihlenir. Son analizde, her bir şahıs tanrısıyla tek başına yüzleşir ve bunun gizlilik kaydıyla, özellikle aşırı kalabalık ev halkı ve topluluklar içinde bu gerçeği sembolize ettiği düşünülür. Denilmektedir ki, birbirine uygun bir karı koca veya samimi iki arkadaş, sık rastlanmazcasına olmayıp iki gelişen şahsiyetin benzer zihniyetlerini idrak eden öğretmenlerinin zekasını gösteren Allah için idantik isimler almaktadır. Fakat meydana geliş frekansının kesinlikle tahmin ve değerlendirmesinin yapılamayacağı gizlilikle korunan isimlerdir bunlar.
MİZAÇ
Bu Hindu riti açıkça ilgili yapısal farklılıkları kabul eder. Bazı insanlar daima ıstırap ve melankoli bölgesinde yaşarlar; karşılaştıkları her olayın merhametsizliğiyle ilgili durumlara önem vermek çerçevesi içindedirler. Diğerleri hayata tef ve zillerle başlamaktadır. Bu bağımlılık zamanlarında bile Allah'ın işlerine canlı bir bakış almak eğilimindedirler. Hem karamsarlık ve kasvet hem de neşe, hayatın haksızlıklarıyla ilgili olabilir ve durumu haklı çıkarmakta dini bir tarz araştırılabilir, fakat yolları ayrı olacaktır. Kişilerin teolojik ve ritüel tercihleri heyecan eşiklerine, hissi ifade etme veya ketvurma temayülüne göre farklılaşacaktır. Ayrıca, bu tercihlerin lehinde keskin şekilde eğimli ve ihtiyaçlarına daha iyi uyum göstermiş farklı bir çeşit din bulan diğerlerine karşılıklı uygun şekilde tenkitçi olmaları muhtemeldir. Mizacın bu yumuşatılamaz oluşu gerçeğinde, yürürlükteki ekümenik hareketin isteklerine tatbiki bir sınırlama yatar.
Mizacın temelinde yer alan dinin kökleri ancak zayıf şekilde anlaşılır. Gerçekten şahsiyetin mizaçla ilgili temelleriyle genetiğin tam ilişkisi hala keşfedilmemiş bir alandır. Tesirli bir şekilde şahsiyeti şekillendiren çevre kuvvetlerine ağırlık veren psikologlar, şahsiyetin doğuştan gelen tarafının incelenmesine eşdeğer bir enerji miktarı ayırmak zorunda iken, zaman da süratle ilerliyor. Tavır dengeleninceye kadar insan tabiatı hakkında yanlış bir görüş hakim olacaktır.
Psikojenik Arzular ve Ruhsal Değerler
Başlangıçta sübjektif dinin arzunun çiçeği, çeşnii olduğunu söylemiştik. Beslenme, dinlenme, cinsiyet ve fiziki emniyet dahil olmak üzere birçok arzu organik karakterdedir. Hayvani hayat bakımından bu arzulardan pay alırız. Ekseriyetle bu viscerojenik arzuların bedenin doku ihtiyaçlarıyla bir teke tek irtibatı vardır. Fakat karakter bakımından psikojenik olan başka arzular da vardır ki, bunlar viscerojenik arzulardan çok farklıdır. Gerçi özellikle engellendiklerinde dolaylı şekilde dini açlığı giderebilen bu arzular, direkt bedeni tatmin sağlayan objeler için normalde rahatsız edicidirler ve onları sübjektif ve özel olarak tanırız. Aksine, psikojenik arzular cisimlendirilir. Bilgi isteriz, diyelim ki, hakikat diye adlandırılıp istenilen bilgiyi dışımızdaki herhangi bir yere yerleştiririz. Ya da iyi, hoş ve tamamen sosyal ilişkiler isteriz, ve araştırdığımız değeri ölçü olarak alıp onları „iyi‟ diye adlandırırız. Bir senfoni veya çiçekli bir pencere estetik açlığımız için tatmin sağlar. Güzelliği de dışımızda bir yere yerleştiririz. Bu düzenin tatminlerini araştıran iç rahatsızlığımız, bedenin spesifik bakımdan lokalize olmuş ve bölümsel dürtülerinden daha komplekstir. Ve keza hayvani olana muhalif olarak ayırt edici bir insan motividir.
Artık bir tatmin sağlayan veya tatmin için araç temin eden herhangi bir şeyi, bir 'değer' olarak tayin ederiz. Kronolojik bakımdan viscerojenik veya 'bedeni‟ değerler psikojenik veya 'ruhsal' değerlerin önünde gelir. Ayrıca daima daha genelleşmiş olarak büyürler. Başlangıçta sadece bir diğerinden sonra somut bir değeri „istihlak‟ eden çocuk, kendisine birbiri ardından gelecek şekilde sunulan yiyeceği, arkadaşlığı, oyuncakları arzu edilen şeylerin geniş kategorisi olarak derhal tanımaya başlar. Aynı şekilde psikojenik alanda özel bir hak, tatmin vermekle kalmaz, aynı zamanda bizim iyi ve doğru olanın ne olduğu hakkındaki duygumuzu oluşturan soyut bir faaliyetler sınıfı teşkil eden muhakemeyi de meydana getirir. Sonra tedricen kategorik olarak iyilik, Güzel, Hakikat, Kutsallık'a gelmeye başlarız. Bunlar bizim dışımızda, bir özler alanında vardır, ve gayretlerimizin, cehdlerimizin çoğunun yöneldiği objeleri tayin eder. Bütün sosyal veya ruhsal bakımdan arzu edilir olan alakaların psikojenik olduğu söylenemez. İnanırız ki, uygun şekilde psikolojik olarak sınıflandırılan kendini ifade, macera, güç için açlık duyanlar vardır, fakat bunlar ister istemez nispeten kendinde merkezleşmiş kişiler olarak tanınır, ve kökleri viscerojenik dürtüleri genişçe bulunduranlardır.
Sübjektif dine dair değerlerin evrimini ve bu değerlerin nihai manasını açıklamak için, merkezi egoizm fenomenini alabiliriz. Anlatabileceğimiz kadarıyla, çocuk hiçbir şekilde kendi kendine şuurlu değildir. Uyarıcılara tepki gösterir, isteklerini ifade eder, teklif edilen tatmini harcar, istirahate geçer. Felsefi olarak muhtemelen önce değilse de, doğumdan çocukluğa bir self mülkiyeti dayandırmak isteriz, fakat hemen hemen tam bir teminatla ileri sürebiliriz ki, hayatın ikinci yılında sadece tecrübeleriyle kendisi arasında ilgi kuran ve tepkide bulunan şuurlu bir varlık olarak hareket etmeye başlar. Bir çocuğun gelişmesindeki bu safha umumiyetle olduğu gibi, inatçılık ve negativizmle işaretlidir. İki yaşından sonra bütün değerlerin en evrensel olanı, daimi surette kendini ifadeyi talep eden, gücü iştiyakla isteyen ve gururlanan ferdiyetin çok keskin duygusuna yerleşir. Organizmalarımız öyle yapılanmıştır ki, şahsi hayatımız daima doğrudan bildiğimiz en yüksek değerdir. Dolaylı safhalarla bir defa daha bu değerin evrimi uzaklara gider.
Derhal kendime, "Eğer keskin bir şekilde kendi kendimin farkındaysam ve şahsıma karşı hiçbir kusur veya hakarete katlanmaya mütemayil değilsem, bütün ihtimaller içinde, başkaları da egolarına aynı derecede takılmazlar, bağlı olmazlar mı?" diye sorarım. Ve fiziki ferdiyetimden genel benlik kavramını soyutlayıp herhangi bir yerde şahsi bütünlüğün muhafazasını saklayan değere yavaş yavaş gelirim. İnsanın Tabii Hakları, Altın Kural, İsa'nın İkinci Emri, doğruladığım değerin farklı ifadeleridir. Onu teyit ederim, çünkü kendi gelişmemin takip ettiği yolda zihnimin genelleyici güçleri kendi benlik duygumu daha yüksek kombinasyonlara getirmiştir. Şahsi hayatımın sadece bir kere en üstün değer olduğu bu yeri, artık herhangi bir şahsın değeri olarak tanırım. Ve bu genişletilmiş değer, kendi mantıki eğilimlerime ve bana teklif edilen öğretime bağlı şefkat, tolerans, eşitlik gibi birçok tali değerleri içine alır. Şahıs kavramım, şimdiden ısrarlı karakterini o münasebetle kaybetmeksizin, cismani sıfatlardan tamamen tecrit edilmiş hale gelebilir. Şahsiyetin üstün ifadesi olduğunu söyleyebileceğim Allah'ın kendisi, gerekli ve final bir değer olarak diğer bütün kendiliğindenlik değerlerini açıklamayı ve korumayı istemektedir.
Kendi egomla başlayan ve nihayette hem bir etiği hem de bir teolojiyi kucaklamak üzere gelişen şahsiyetin bütünlüğündeki bu psikolojik alaka, tasvirini yaptığımız oluşumun sadece bir misalidir. Bizi içine alan sosyal dünya kadar sanat dünyası, ilim dünyası da hem bizi tatmin eden hem de ufkumuzu genişleten ehliyetli değerlerin üretimiyle ilgilidir. Kendisinde hiçbir değerin mahvolmayacağı istekli kişi haline geliriz. Güzel olarak Tanrı, sanattaki değerlerin korunmasını garanti eder. Hakikat olarak Tanrı, değerleri ilim ve felsefe için temin eder. Sevgi olarak Tanrı, insan ilişkilerinde geçerli ve değerli olan her şeyi muhafaza edecektir. Sonsuz olarak Tanrı, bütün bu alanlardaki değerlerin karşılıklı irtibatını kuracaktır. İşte bütün dinlerde bireyin değeri koruma arzusu yoluyla motive edileceği noktasında Hoffding'e yol gösteren, bu düşünce çizgisidir. Korumayı isteyeceği, ihtiyaçlarına bağlıdır ve bu ihtiyaçlar bireyden bireye, milletten millete, zamandan zamana farklılaşır. Değerler egoistik seviyenin üstüne çıkmadığı zaman, din kendi kendine alaka duymayı korumak üzere düzenlenir: şahsiyet değerinin doğrulanmasında olduğu gibi, değerler fazlasıyla soyut ve genel hale geldiğinde, dini itikadın karakteri genişler. Hoffding ayrıca not eder ki, sübjektif dinin şiddetli şekilde hissedildiği varlık mücadelesiyle değerler çatışmaya düştüğünde, değerlerin tehdit edilmesi yüzünden koruyucu bir sebebe ihtiyaç duyulur. Ve böylece korku, hastalık, keder, suç, mahrumiyet, güvensizlik şartlarında, din yoluyla değerlerin restorasyonu ortak şekilde araştırılır.
Mana Peşinde
Üzerinde durmakta olduğumuz faktörler -arzu, mizaç, değerler- bireyin dini duygusunun nispeten emosyonel köklerini teşkil eder. Ne yazık ki, vokabülerin sınırları, sanki zihin hayatının ayrı bölgeleri imiş gibi heyecan ve muhakeme, muhabbet ve zihniyete uygulamada bizi psikolojik analize zorlar. İnsan zihninin somut fonksiyonu açısından hiçbir şey bu bölünmeden daha yanlış olamaz. Gerçekte her emosyonel durum bilgi ile yüklüdür. Terör ve öfke gibi iki elemanter hal alalım. Gerçi eşitsizlik görülür, fakat aralarındaki ayırımın bedeni değişmeler bakımından aynı olması yüzünden her ikisi de hakikatte fazlasıyla karakterce kognitiftir. Diyebiliriz ki, terörde tuzağa düşürülürüz; öfkede bir dövüş şansımızın olduğu görünüşü içindeyiz. Gerçi kognitif unsurlar süratle ve incelikle sıraya konulur, fakat hiçbir emosyon onlardan uzak delildir. Tam tersine, en berrak mantıki muhakeme anları bile, mevcut motivasyonla (yani, bir arzu durumuyla) muhafaza edilmedikçe, hiçbir şekilde sahnede yerini alamazlar.
Bütün normal duygular gibi, sübjektif dine de heyecan ve muhakemenin, his ve mananın ayırt edilmez bir karışımı gibi bakılması gerekir. Onu incelerken ne rasyonalite ne de irrasyonalite ile uğraşıyoruz, fakat daha çok heyecan ve mantıki düşüncenin içinde eridiği zihnin bir görünüşüyle meşgul oluyoruz. İçindeki his kombinasyonunun eşyanın mahiyetine dair düşünceyi çeken, harekete getiren, makul ve kabul edilir olan bir kavramla ilgili bir tepki tarzı ile uğraşıyoruz. Ne yazık ki, psikoloji lügatında bu zihinsel-duygusal karışımı tasvir edecek hiçbir terimimiz yok. İhtiyacımızı takriben karşılayacak olan benimseyeceğimiz tek terim, 'duygu'dur, gerçi onun çeşni de ne yazık ki, manadan fazla hissi telkin eder.
Bu dengesiz ifade sebebiyle dikkati, bireyin hayatındaki dini duygunun açıklayıcı olan anlamlı tarafına çekmek gereklidir. Soğuk bir Thomistçi tarzla, kişi Allah'ın varlığını delilleriyle kendisine ispatlamaya muktedir olabilir ve aynı şekilde bütün dünyayı açıklamaya devam edebilir. His ve manayı birleştiren böyle bir duygu rehberliğinde kişinin hayatı akıcı şekilde ilerler ve şahıs hem huzur hem de barışı yaşar. Dünyanın bütün büyük dinleri, tartışma ve teyitlerini taahhüt edebilenler için mantıki basitlik ve berrak heybeti olan bir dünya kavramı sağlar.
Fakat bir çok birey kafi derecede tefekkür ve mütalaa içinde değildir, ne de alanında derinleşmiş herhangi bir ilahiyatçı tarafından teklif edilen açıklamayı tamamen benimseyecek şekilde taklitçidir. Bu insanlar böyle bir ilahiyatçının düşünce sisteminin kısımlarını kavrayabilir ve bir bütün olarak sistemin yönünü hissederler. Fakat hayatlarındaki geniş baskıları şiddetli hissettikleri zamanlarda, kendi yorumlarına ihtiyaç duyduklarını görürler. Şiddetli arzuların hissedildiği sıralarda, anın ihtiyaçlarını tatmin eden fakat aynı zamanda anlaşılır ve desteklenir yapan, bir bütün olarak o sistemin kusursuzluğu değildir.
Üzülürken, arzu ederken, değer verirken çok kez kendi huzursuzluğumuzu yorumlamaya çalışan bir adam tavrıyla araştırıyoruz. Kısa zamanda anlarız ki, engellenmiş iştiyaklarımız din yoluyla tatmin edilen herhangi bir harfiyyen veya direkt tarz içinde yer almaz. Dünyevi yiyecek, içecek, barınma hayatiyetin devamı için hala gereklidir. Adalet, güzellik, hakikat hala araştırılır, fakat biz niye böyle iştiyaklarımızın olduğunu sorarız, onu tatmin etmeyi araştırmanın gayesi nedir? Birçok kişinin hayatında bu çeşit sorular, dikkate layık surette ısrarlıdır, ve onları içine alan bu merak, azgın şekilde yapışan sarmaşık gibi destek ister.
Evren basit bir şekilde kavranılamaz. Parçalar oldukça iyi anlaşılabilir, fakat bu parçaların karşılıklı ilişkisi değil, ve şüphesiz bütünün düzeni de. Her insan ara sıra yaratılışı şekillendiren bu hüküm verilemeyen hakkında hayrete düşer ve bu şaşılacak durum hakkında kendi anlık ifadesine bu orijinal hüküm verilemeyeni bağlayan ve birbirini izleyen zincirler hakkında şaşkınlığa uğrar. Birçoklarına göre din, esasen komple bilginin, karışımsız, saf hakikatin arayışıdır, araştırılmasıdır.
Manaya duyulan bu istek şahıstan şahısa değişir, ve farklılığı yaradılışa borçlu olan bazıları, diğerlerinden daha önce doygunluğa ulaşır. Bundan başka, kabiliyet ve sapmaların ortaya koyduğu gibi, ilmi açıklamalardan veya poetik metafordan faydalanmak üzere bireylerin kavrayış kapasiteleri farklılaşır. Hiç kimse aynı entellektüel zorluklara veya güçlere sahip değildir ve bundan ötürü aynı çözümlere ulaşmaz.
Bu Rasyonalize Temayül Büyüsel midir?
Bazı yazarlar dini düşüncedeki bu rasyonalize temayülü aşağılamak üzere, ve ona sadece ampirik ve ilmi düşünce için prelojik bir başlangıç olarak bakarlar. Bu görüş, ilkel kabileler hakkında ancak avuç dolusu delile sahip olan, ve ilkeller gibi dini düşünen insanların gelişmenin büyüsel bir safhasında yaşıyor olduklarını tartışan muayyen eski nesil antropologların nazarında itibara sahiptir. Tartışma, fayda ile mukaddesi karıştırdığımızı benimser. Tohumların yeşermesini ilmi olarak kontrol etme, denizcilik, dayanıklı ve tesirli araç ve silahların yapımında iktidarsız olan bu ilkelin büyü, ritüel, dua, ve ibadet için tekrar tekrar izleyebileceği yola sahip olduğu söylenir. Aynı şekilde kendi kültürümüzde çocuk veya eğitimsiz yetişkin, ikilemini çözmek için ampirik uygulamaları benimsemek yerine dini uygulamalara başvurur.
Dini duygunun bu türevindeki hata, kısmen gerçekteki kısmen de yorumdaki bir yanlıştır. Gerçekteki hataya işaret eden Malinovski göstermiştir ki, mesela, Trobriand yerlisi balıkçılıkta, bahçecilikte ve kayık inşaında hakim olan etkili ve kesin bir ilmi bilgi deposuna maliktir. Davranış ve düşüncesinin çoğunda gerçekçi ve safça ilmi şekilde hareket etmektedir. Hakikattır ki, bu şiddetli ampirik düşünce tarzıyla birlikte adım adım ilerleyen büyüsel uygulama ve inançlara dair bir sistem vardır, fakat bunlar bilhassa birbiriyle karışmaz. Yerli çok iyi bilir ki, başarılı sonuçlar, sadece ampirik bakımdan uygun manipülasyonlardan çıkacaktır. Aynı zamanda bilir ki, onun rasyonel anlayışı ve kontrolünün ötesinde durumdan gelen faktörler vardır. Bundan dolayı, dünya üzerindeki insanların çoğunun yaptığı gibi, ikili bir ifadeyle meşguldür, biri kavrayış ve kontrolünde bulunan faktörlerle meşgul olma, diğeri kavrayış ve kontrolünün ötesindeki faktörlerle.
Hastalık ve ölüm olayını ele alalım.
Her devrin her insanının tıbbi bitkiler, ilk yardım teknikleri, ve tedavi egzersizleri kullanmak için ilmi çareleri, ilaçları olmuştur. Fakat dini yardım da istemişlerdir. Kendi kültürümüzde bu kaynakların ikili mahiyeti açıkça kabul edilir. Biliriz ki, bir doktor ve bir rahibe başvurduğumuzda, tamamen farklı seviyelerde hareket ediyoruz, muhtemelen ilkele göre hudut, bir dereceye kadar daha muğlaktır ve Malinovski'ye göre, yine de problemlerini dini satha koyduğundan habersiz değildir.
Mesele mahrumiyet bakımından daha açıkça ortaya konuldu. Muhtemelen ilkel ya da medeni hiç kimse büyü, ritüel veya duanın bir ölüyü yeniden dirilteceğine inanmaz. Parsons'un işaret ettiği gibi, henüz hiçbir toplumda ölüm, cenazeyi yerine koymak ve diğer pratik intibakları sağlamak için faydacı ihtiyacın aşırılığıyla ritüel gözlemlerin fazla eksikliğini duymaz. Mahrumiyetle ortaya çıkan kuvvetli heyecanlar, minimal pratik intibakların yetersiz oluşunun hissedilmesi sebebiyle, kısaca alakalı dini seremonilerin gelişmesi sonucunu verdi. Böylece ilkel veya medeni dünyada cenaze ile ilgili seremonilerin ilmi olmayan bir ölüm görüşünün neticesi olduğunu kabul edemeyiz.
Dini düşünce mantık öncesi düşünceyle aynı olsaydı, kendi kültürümüzün gelişmesindeki birçok gerçekleri değerlendiremezdik. Tarih bize gösterir ki, nispeten birkaç istisna ile dini müesseselerin kendileri mantık, matematik ve ilmi metodun gelişmesini artırdı. Birkaç istisna dışında kilise okulları, özel üniversitelerin öğrettikleri aynı ilmi öğretir. Ve muhtemelen tahkik edebilirdik ki, tarih boyunca bu dünyada en fazla pratik faydayı başarmış olan Hristiyanlar, hemen sonra en ateşli şekilde inananlar olmuştur.
Meselenin hakikati şudur, ilmi düşüncenin ilkel ya da medeni çok insan tarafından bu dünyanın meselelerini sadece parça parça çözmek ehliyetinde olduğu bulunur. Bu düşünce uzun bir yol kat eder, fakat kafi derecede değil. Max Weber'in terminolojisinde, ilim ampirik illiyet problemleriyle uğraşır, din ise yeterli mana problemleriyle. Birçokları için, hatta ilkel insanlar için, ilme göre ilmin ve dine göre dinin yerini belirlemek zor değildir. Güneşten atom enerjisinin dünyaya nasıl ulaştığı veya nükleer füzyon yoluyla nasıl salındığı, ampirik illiyet problemlerindendir. Yaratılış, amaç ve atom enerjisinin etik kontrolü problemleri, tamamen farklı çizgide problemlerdendir. Küçük bir çocuğun cesedinin nasıl yakıldığı, cevaplandırılabilen ampirik bir problemdir: bu çeşit şeylerin niye vuku bulması gerektiği, tamamen farklı düzende bir problemdir.
Anlaşılabilme ve İyimserlik Temayülü
E kseriyetle insanların müştereken dini düşünce tarzına dayandırdıkları mana problemleri, yaradılış ya da kötülükle ilgili olmak zorundadır. Kozmolojik merak, elbette dini düşünce orijinlerinin en ortak olanlarından biridir. "Dünyanın temellerini attığımda sen neredeydin?", diye Rab Hz. Eyyub'a sorar.
Fakat bütün dinlerin literatürüne yansıyan ve daha da ısrarlı olanı, zihnin kötü olanla meşguliyetidir. Muhtemelen 6. Yüzyıla tarihlenen kutsal bir Hindu metni olan Yogavasistha‟nın ilk sahifeleri tipik olanıdır.
Herkesin ölmek üzere geldiği dünyada ne çeşit mutluluk olabilir. Her şey varlığa, sona ermek üzere gelir... Hayat sonbahar bulutları, yağsız bir lambanın ışığı ve suyun yüzeyindeki dalgalanmalar gibi çarçabuk kaybolur. Arzu, bir maymun gibi kararsızdır. Asla elindekiyle tatmin olmaz, elde olmayanlara uzanır, sıçrar. Bedende iyi olan hiçbir şey yoktur. Bir hastalık rahatsızlığı, her çeşit ıstırabın alınırlığı, ve zevale erme bedenin konusudur. Gençlik denilen hayat safhasında ne cins bir hazza sahip olabiliriz ki, derhal gök gürlemesi ve bir ışık süratiyle yaşlılık acıları onu kaçınılmaz surette takip eder. İşitilmemiş katlanma çığlıklarından orada başka ne vardır? Hayatın sıkıntılarından kurtulmanın mümkün olan en iyi sırrını söyleyin, bileyim.
Birçok dini sistem gibi Yogavasistha da, arzu edilmeyen hayat durumları ve kendi kendine kurtuluşun sırrını bilmek isteyen canlı, istekli, sabırsız insanlar için düşünülür.
Yaratılışın maksadı ve kötülük, çözümleri için çağlar boyu dini sistemlerin dayandırıldığı ikiz olan mana problemleridir. Hakikatte herkesin hayatında bu problemler taraf tarafa vardır, gerçi bazı bireylerin rica ve dualarını , diğerindense bu problemlerden birinin çözümüne daha çok işaretlendiği şekilde yönlendirmesi tamamen alışılmıştır.
Bireyin bu can sıkıcı problemlere takribi veya kısmi çözüm bulma derecesine göre, kişinin hayatı bir derecede anlaşılabilme ve iyimserliğe doğru değişir. Dindar insanların çok kez şunları söylediği işitilir. "Din olmasaydı ne yapardım, bilmiyorum." Bu nokta, onların ulaşmış oldukları nispeten tatmin edici mana çatısına delil olur. Böyle bir anlaşılabilme ve iyimserliği yok etmek, altlarındaki zeminin çoğunu ortadan kaldırmak olacaktır.
İyimserliğe, anlaşılabilmeye ve değer muhafazasına doğru olan dinin bu mükerrer temayülleri, istekli bir düşünmeyi gösterir mi? Gerçi yükleme müştereken yapılmıştır, fakat bu, umumiyetle sathidir. Bundan dolayı dinde yer alan ümidin karakterine ve açıklamaların günlük hayatın velveleci istekleriyle uğraşarak çok az şeye sahip olması gerçeğine önem vermez. Büyük dinler tarafından talep edilen kendini ret, disiplin, teslimiyettir. Kişinin hayatını bulması için onu kaybetmesi gerekir. Kendinde merkezileşmiş olma bakımından açık olan ve sadece hayaller ve günlük hayatın aklileştirmelerine uygun şekilde tatbik edilen otizm formülüyle örtülmek üzere, değerlerin böyle birbirinin yerine geçmesi daha yaygındır. Sadece ara sıra olmak üzere, sanırız, bireyleri arzuların gerçekleştiği hayal seviyesinde yollarını koşarken görürüz. Ve bu olurken, bireydeki yalnızca olgunlaşmamış bir dini duyguyla uğraşıyoruz.
Bu anlaşılabilme "temayülü, hiçbir vesile ile sadece dinin hayat hakkındaki bakışı için özel değildir. Zihni hayatın her çeşit oluşumlarına hitap eder. Mesela basit duyum idrakini alalım. Gözlerimiz oturduğumuz odada dolaşırken, uygun şekilde retinamızdaki kör noktadan kaynaklanan duyum çatlağına önem vermeyiz. Bir tecrübe sahifesi okurken, birçok tipografik hatalara önem vermeden çıkardığımız mana ile tatmin oluruz. Bir ırka mensup insanları düşünürken, belki bir hoşnutsuzluk veya düşmanlık duygusu ile biyolojik veya antropolojik hakikat bakımından biraz destek bulan veya hiç destek görmeyen anlamlı bir iç dünya kurmaktayız. Bütün hayatımız basitleştirilmiş idrakler veya kategorik anlamlar toplamaya yöneliktir. Tahkik edilir şehadetin dindar insanların anlaşılabilmelerini daha başta atladığını söylersek, dindar olmayan insanların anlaşılabilirlikleri için de bunun aynı şekilde olduğunu unutmamalıyız. Bütün zihni işlemler mecz olmak ve bir birim haline gelmek için baskı yapar. Teist veya ateist olalım ya da olmayalım, içinde yaşadığımız dünyada stereotipleşmeye boyun etmekteyiz.
Aynı derecede kaçınılmaz olan bir nokta da, bizim iyimserliğe olan temayülümüzdür. G. B. Shaw der ki, hiçbir genç gerçekte öleceğine inanmaz. Doktor ve hastası umumiyetle, sanki sağlığın tıbbi hizmetle sonuçlanacağını farz eder ve daima ona göre hareket eder. Kendisi kafi derecede yaşamış bir doktor, hastalarını birer birer kaybedecek ve aynı şekilde iyimser temayüllerin lehinde, bu galibiyetin kesinliğini korumayacaktır. Bir çok kolej öğrencisinin koleji bitirdikten sonra kazanacakları gelire dair gül pembe ve gerçekçi olmayan görüşleri olduğunu biliriz. Fakat bu iyimser temayüle, illüzyon olarak değil, amelle ve mantıki hırsla ilgili faydalı bir şey olarak bakarız. Çünkü her şeyin ötesinde, kesinsizliğin işe karıştığı saf bir unsur vardır. Hepimiz gelecek yıl yaşayacağımızı umarız, ve yine de istatistik tahminler, % 1,5'umuzun hayatta olmayacağını gösterir. Burada kesinsizlik olsun ya da olmasın ümit, ebediyete doğru sıçrar. Dindar olmayan biri, dindar kişiden hiç de daha az olmayan mutlu bir karaya çıkış için planlar yapar.
Ve böylece realiteden kaçıp kurtulma arzusunda dini yönelişlerin köklerini bulup ortaya çıkarmaya çalışmanın, niye sonuçsuz kaldığını görürüz. Hakikattir ki, din bireyin güçleri ve emelleri için realiteyi aynı cinsten tarife meyleder, fakat böylece aynı zamanda insan gayretlerini destekleyen herhangi bir faal prensip olarak da iş görür. Dini hayat prensibini aldatıcı bulanlar, kendi faal prensiplerini daha dikkatle muayene etmemekle iyi yapacaklardır.
KÜLTÜR VE BENZEYİŞ
Tartıştık ki, mizaç ve kapasiteyle uygun hale getirilen arzu etme, değer verme, ve mana peşinde koşma sübjektif din modeline göre bağları örer ve bu bağların mutlak farklılığı her bir örgücünün deseninin yegane olacağını garanti eder. Fakat bu arada çoğulculuk olayını mübalağa tehlikesi içinde miyiz? Kültürün farklılık için tabiatın tercihini dengelemek meylinde olan katı bağları empoze ettiğini kabul etmemeli miyiz? Konfüçyüsçü gelenekle yetiştirilmiş bir çocuğun Batı dünyasının birçok sakini tarafından benimsenen Hristiyan teolojik inançların muğlak sisteminde yardım olmadan muhtemelen yerini alamaz. Ve niçin çağlar boyu dini inancın katı kültürel yönlendirmesini dengelemek dışında uzak ülkelere gidilerek dininden çevirme olmuştur?
Kültüre uyma ve benzeme, özellikle çocukluk döneminde dini duanın gerçekten önemli bir kökenidir. Her ülkede çocuğun sosyal eğitimi onu cemaatinin ritüellerini şahsi alışkanlıklarına dahil etmesi için yönlendirir. Başlangıçta çocuğa yapması emredilen dini uygulamaların onun için hiçbir manası yoktur, hiç olmazsa daha sonra sahip olacağı manadan hiçbiri. Ritüele grubunun (ailesi veya aşireti) meşgul olduğu bir şey olarak bakar, ve öğrenir ki, istenilen hareketi yapmak onun güvenlik, sevgi ve tasvip sağlayanlarla idantifikasyonunu sağlayacaktır. Ramazan orucu, tesbih ibadetleri, şükran duası, (1650 senesinde George Fox tarafından kurulan Protestan mezhebiyle ilgili) Kuveykırlara mahsus toplantı. Bir çocuk ister istemez ne manaya geldiğini anlatan ilgili mitleri öğrenmeden önce bu ritlere katılmayı öğrenir. Ve mit öğrenildiğinde, ritüelin benimsenişindeki aynı sebepten dolayı o da derhal mesele yapılmadan kabul edilir. Grup içinde olma, emin ve teklifsiz bir haldir, ve bu yüzden grupta yapılan ve söylenen her ne ise, iyi ve doğrudur.
Kültürel antropoloji tarafından bize teklif edilen bu yorumu kabul ediyoruz, aynı şekilde bu disiplin tarafından öğretilen ilave üç önemli gerçeği de benimsiyoruz. Birincisi, dünyadaki bütün kültürler ritüel ve mite büyük önem verirler, ve hepsi de dini inanç ve uygulamayı desteklemek üzere bir organizasyon tarzına veya din adamları heyetine maliktir. İkinci olarak, dini sistemler her nerede ümitsiz bir şekilde bozulursa, onların yerine inançla eşdeğer bir sistem koymadıkça, insanların hayat için sonuçları felaket kabilinden olur. Üçüncü olarak, dini sistemler bir kültürün kalan kısımlarından bağımsız değildir, üstelik onlarla derinden entegre olmuştur. Bundan dolayı bir dinin bir diğeri tarafından ayağının kaydırılıp yerine geçilmesi, kültürün kendisi temelden değişmedikçe mümkün değildir. Dinin bağları sosyal ve ekonomik bütünlüğe çapraz dikişlidir. Ziraatle uğraşan kesim, ziraatle ilgili ilahlara tapar. Hindistan'da kast sistemi, ruh göçü inancına sıkıca bağlı olmuştur. Kişinin bir önceki varlığı esnasında işlemiş olduğu ameller, bu dünyada kişinin hayat durumundan sorumlu ise, kişinin kasttaki yerine karşı itirazına pek yer yoktur. Ve bizim protestanlığımız, Max Weber'in gösterdiği gibi, Batıda kapitalizmin doğuşuyla içinden çıkılmaz surette ilgilidir. Diğeri olmadan birine sahip olup olamayacağımız şüphelidir. Din ve kültür arasındaki bütün bu tartışma götürmez bağlar karşısında, kültür kavramına göre dini tarif etmek akıllıca olmayacak mıdır? Dinin insanların davranışlarında potansiyel bir rehber olarak yaşama ve faaliyette bulunma için sadece kültürel bakımdan yaratılmış bir düzen olduğunu söyleyecek miyiz? Kültürdeki faydalı tarafının babadan oğula devredilmeyi garantilemesini? Ve çocuğun ona inanması öğretildiği için inandığına inanmasını?
Bir çok sosyal ilim adamı bu tip analizden memnundur, fakat analiz fazla kaba olmaktan da uzaktır. Şundan ötürü, analiz bireyin dini duygusunun, kendisine teklif edilen kültürel modelin itimat edilir bir kopyası olduğunu farz eder. Dini görüşlerimizin gerçekte güvenilir şekilde velilerimizin, öğretmenlerimizin veya rahipler sınıfının görüşlerini yansıtıp yansıtmayacağını kendimize sorarak bu tavrı kolayca teste tabi tutabiliriz. Bu soruya teyitkar birkaç cevap olacaktır. Bir kültürde birçok bireyin kendilerine dikkatli şekilde öğretilen inanç sistemini yansıtmada başarısız olmaları ise nasıl karşılanır?
B unun sebebi, şahsi hayatta dinin yerinin esasen bireyin toplumdaki yerinden farklı olmasıdır. Sosyal ilim adamı, dinin fonksiyonunun sosyal istikrarı sağlamak olduğunu tartışır. Hiç kimsenin böyle bir sebepten dolayı dindar olmadığını teyit ediyoruz. Eğer onun sadece polisin ellerinden ve komşusunun saçlarından kendilerini koruyan bir araç olduğunu düşünmekteyse, gerçekte, birçok insan dinlerini hayatlarından kovmak, atmak için acele etmeyecektir. Ayraca sosyal ilim adamı bize dinin, toplum içinde ifade edildiğinde yıkıcı olacak olan aşırı güçlü heyecanların salıverilmesi için kültürel bakımdan tasdik edilmiş bir sığınak olduğunu anlatır. Fakat bireyin açısından kuvvetli heyecanlar, sadece nadiren onun dini hayatında vardır, ve bu heyecanların sosyal bakımdan kontrolü ona göre hiçbir özel alaka konusu değildir.
Şüphesiz hakikattır ki, her çağda idareciler sosyal istikrarı emniyete almak ve hırsların vakitsiz patlak vermesini önlemekteki bireylerin dini itikatlarından ve onları gözlemlerinden zevk aldılar. Fakat bu bireyler böyle herhangi bir siyasi anlayışla harekete getirilmediler. Makyavel kiliseyi sivil barışın idamesi için bir araç olarak görmekteydi, halbuki çağdaşı Cenovalı St. Catherine, onda müstesna bir muhabbet ve bağlılık, hayat için motiv ve mana bulmuştu. İdarecinin görüşüyle idare edilenin görüşü arasında dünya kadar fark vardır.
Şu ana kadar sosyal ilim adamı, kurumsal dinin düzenli kodları ve onların sosyal kontrol muvacehesinde getirdikleri üzerinde öyle çok durdu ki, insanı düşünmekte başarısız oldu. Dini bir adeti yerine getiren kişi, kendi özel maksatları için böyle davranır ve benzeyişinden kendi hayatı için özel bir anlam çıkarır. Orta Doğuda Cuma günleri bir camie girildiğinde, Mekke yönünde diz çökerek rüku ve secdeye varan bir insan denizine şahit olunur. Benzeyiş dalgası, geniş bir şahsi olmayan akıntı gibidir. Gerçi sübjektif din açısından bağlılığın anlamı, her müslüman için farklıdır. Pazar günleri dünyanın her tarafında milyonlarla hristiyan sayısız yorum farklarıyla ortak bir inancı ezberden okurlar. Bu çeşit farklılık tarihi herhangi bir itikadı ne hükümsüz kılar ne de zayıflatır. Fakat uygun şekilde değerlendirilirse, hem sosyal ilim adamının hem de ilahiyatçının kendi görevlerine yaklaşımlarını düzeltir ve zenginleştirir.
SONUÇ
Varılan sonuç, her bireyin sübjektif dini tutumunun hem asli hem de asli olmayan özellikler bakımından diğer herhangi bir bireyinki gibi olmadığıdır. Dinin kökleri öyle fazladır ki, ferdi hayatlar üzerinde etkilerinin ağırlığı öyle farklıdır, rasyonel yorumun şekilleri öyle nihayetsizdir ki, ürünün bir örnek olması imkansızdır. Sadece muayyen temel biyolojik fonksiyonlara göre insanlar birbirine sıkıca benzer. Organizasyona dair şahsiyet yeganeliğinin daha yüksek noktalarında bu daha açık hale gelir. Ve şahsiyetin hiçbir bölümü, dini duygununkinden daha karmaşık bir gelişmeye konu olmadığından, nihai ayrılıkları bulmayı ummamız gereken nokta, kesinlikle bu sahadadır.
Bu değerlendirme, kabul edilmelidir ki, çoğu için aynı cinsten olmayacaktır. Yegane olan fenomeni muhtemelen nasıl sınıflandırabiliriz, ve sebep sonuç ilişkisine dayanan ilimler sınıflama yoluyla ilerleme göstermez mi?" sorusunu soracak olan bazı ilim adamlarını darıltacak. Bireye yardım edemeyen, fakat ona gelişmesi için bir rehber olarak teklif edilen kültürel modeli yansıttığını düşünmekten hoşlanan bazı tarihçi ve sosyologları rahatsız edecektir. Aynı şekilde, izleyicilerinin emniyetle ve tamamen özel bir kilise tabakası içinde olduğunu düşünerek kendilerini aldatan ilahiyatçı ve kilise mensupları için de hoşa gider olmayacaktır.
Doğru olarak anlaşıldığında ve dikkatlice zihinde tartıp düşünüldüğünde, ve eğer bu disiplinler dünya üzerinde dini bakımdan yoldan çıkmış faniler olduğu kadar, dini tecrübenin birçok çeşitlerinin de olduğu şeklinde bozuk bir hakikate kendilerini uydurmak üzere elastikiyet gösterirlerse, bu değerlendirmenin, nihayette psikolojiye, sosyal ilimlere, ve aynı derecede teolojiye faydası vardır.
Gençlikte Din
Yetişkin standartlarıyla hakkında hüküm verilen çocuğun tecrübe dünyası özeldir. Velilerin kendi evlatlarının kanuna boyun eğmeyen, itaatsiz ve inatçı olan gerçek hakkındaki görüşleriyle sıra ile hoşnut ve rahatsız olmaları muhtemeldir. Bu, çocuğun duyumlarının, ıstırap ve zevklerinin yetişkinlerinkinden çok farklı olması demek değildir -onların mukayese gelir şekilde daha hassas gözüktüklerini bildiğimizden- fakat yaptığı yorumlar tamamen kendisinindir. Büyükleri için ateş tutuşturan bir odun parçası, onun için sevilen bir bebektir. Velileri için esrarlı olan bir olay, onun tarafından kesin kabul edilebilir ve velileri tarafından kesin kabul edilen ise, ona göre esrarengiz olabilir. Her ne türlü olursa olsun, din her adımda mana ve yorumu işe kattığından, çocukluktaki dinin yetişkinlikteki din ile çok az ortaklığı ve çok özel bir düzeni olduğunu başlangıçta kabul etmeliyiz.
Çocukluk Başlangıcı
Şüphesiz çocuklukta din eksiktir. Arzular ve gelişmemiş sosyal heveslilik vardır, fakat ne zeka ne de kendi kendinin farkında olma, dini duygu şeklinde oldukça karmaşık bir zihni organizasyonu desteklemek üzere yeterli surette gelişmemiştir. Bu sebepten dolayı, çocuğun ilk dini tepkileri, açıkça hiçbir şekilde dini değildir, fakat tamamen sosyal karakterdedir. Başlangıçta başını önüne eğme veya ellerini kenetleme gibi önemsiz alışkanlıklardan ve daha sonra da basit dua ve ilahileri tekrarlamayı öğrenmekten ibarettir. Çocuğa göre bu hareketler, dişlerini fırçalama veya ellerini çırpma ya da bu gibi hareketlere önem veren ve bunun için çaba harcayan velileri tarafından kendisinden istenen manasız, maksatsız alışkanlıkların herhangi biri gibi rutin hareketlerdir. Bu ritüeller kazanılır, fakat anlamları öğrenilmez. Dört yaşındaki bir çocuk dini bir resim önünde her gece dua etmeye alıştırılmıştır. Bir gün misafirliğe götürülür ve geceleyin kullanışlı hiçbir resim bulamadığından duasını söylemesi engellenir. Saturday Evening Post'un kapağıyla masaya giderek tam bir tatminle bağlılığını yerine getirir. Ve söylediği duanın sözlerinin esasen onun için küçüklüğünde kendisine söylenen şiirlerin sözlerinden hiçbir farklı yanı yoktur.
Çocuğun düşünceleri, zayıf kapasitesi ve selahiyeti altındaki dar tecrübe deposu karşısında alabileceği en iyi şekli alır. Fikirleri kaçınılmaz surette hayatının bu safhasındaki normal egosantrizmi ile işaretlidir. Başka türlü olamaz, çünkü her idrak ve her his çocuğun gelişen kendiliğindenlik duygusu etrafında döner. Başlangıçta düşünce ve duyguyu dış dünya ile ilgili realiteden ayıramaz. Eşyayı düşünerek onlara varlık verir. Bir ayının hayalini zihninde canlandıran çocuk, onun tehditkar görünüşünden korkarak büyür. Bundan başka, her ne olursa olsun, bu ona göre özel bir referansa sahip olmak üzere alınır. Piaget çocuğun bazen güneşin, kendisi her nereye gitse onu izlemek ve yaramaz veya iyi olup olmadığını görmekten başka hiçbir sebep yüzünden var olmadığına nasıl inandığını anlatır. Birçok çocuk şimşekli bir fırtınanın kendi özel cezaları olduğunu düşünürler, tıpkı çok defa Allah ile denk tuttukları Aziz Nikola (Noel Baba) nın esasen kendi özel alakalarına dikkat sarf ettiğini düşünmeleri gibi. Beş yaşındaki Tommy annesiyle kiliseye gider ve altarın üzerindeki haç dikkatini çeker. "0 ne?”, diye sorar. "Bir haç", diye mırıldanır annesi. "Kızıl haç?". "Hayır, işte bir haç." "Oh, biliyorum", der çocuk. "Tommy'nin T‟si." Tommy, sembolün asıl yorumunu kavramaya ehil olmadan -onun benliği ortadan kaldırdığını göstermesini anlamadan yıllar öncesine aittir bu.
Kuppky, çocukluğa ait dini bir çatışmayla irtibat bakımından egosantrik enteresan bir aklileştirme örneği verir. Yıldız teolojisi altında eğitim görmüş bir çocuk hissetmekteydi ki, kendisi için bütün diğerlerinden fazla hoşuna giden bir eğlence olarak gördüğü avluda gürültülü şekilde tekerlekli el arabasını itmek günahtı. Suç hissinden kurtulmak için, kendisi gibi altı yaşında olarak tasavvur ettiği çocuk İsa'yı saygılı surette el arabasıyla karşılıklı sevinç içinde sonsuzca düşünmekteydi. gosantrizmin bir başka ifadesi, cevaplandırılacak her "niçin" in çocukça ısrarında yatar. Yetişkin memnun edemezse veya etmeyecek olursa, belli konularda "herşeyin bilinemeyeceğini" kabul etme durumunda olmadığından, kendi buluşlarına dikkati çeker. Sonuç olarak, çocuğun dininde grotesk fanteziler bol miktarda bulunur. Piaget, yetişkin bir cevabı verdiğinde bile, sıkça sadece kısmen işitildiğine ve hatalı olarak anlaşıldığına işaret eder. Cevaptaki zor kelimeler kayar ve çocuk sadece kendine ait bir manaya dahil ettiği benzer kelimeleri alır. Allah'ın yüksek ve parlak varlık olduğu için, bahçedeki rüzgar fırıldağının Allah olması gerektiğini farz eder. Allah'ın bazen öfkeli olduğunu işiten bir diğeri, gökyüzünde bastonuyla cezalandırma anlarında cennetin ışığına süzülmesi için izin vermemesiyle yıldızların etkilendiğini düşünmektedir.
Kendi gelişmemiş kabiliyet sınırlarının çok ötesinde güç tasavvur edebildiğinden, çocuk hemen hemen kaçınılmaz surette uluhiyetle irtibatlı güç ve enerji fikirleri geliştirir. Velileri güçlüdür, fakat Allah daha fazla, hatta süpermenden daha üstün, ki o çağda birçok çocuğun dini eğitiminde burası şüphe götürmez bir faktördür. Çocuklar, korku ve yalnızlığın güçle ilgili bir duyum bildirisiyle bir
arada olduğu bazı durumlarda dini kavramlarını elektrik fırtınalarıyla irtibatlı olarak geliştirirler.
Çocuğun ilk dini kavramlarının başka bir özelliği, onun antropomorfizmidir. Tecrübe dünyasında güç ve sevme müessirleri insanlar olduğundan, bu başka türlü nasıl olabilirdi? Bundan başka umumiyetle öğretilir ki, gerçekte, Allah bir erkek şahsiyettir. Bu yüzden, bir kaç istisna ile, çocuklar Allah'ı yaşlı bir erkek, veya zengin bir adam, süpermen veya kral olarak zihinlerinde canlandırırlar. Gerçi Freud'un ileri sürdüğü gibi evrensel olarak değil, fakat sık sık Allah'ın fiziki bir babanın vasıflarına malik olduğu düşünülür.
Hatta çocuğun zihni egosantrizmin, majik düşüncenin ve antropomorfizmin karmaşıklığıyla bir ağ vücuda getirirken, yetişkin çevresinden zıt baskılara maruz bırakılır. Kültürün bu standartlaşmış teolojisi ve moralitesi yavaşça sızar ve derece derece kendisinde merkezleşmiş düşüncenin bir kısmı yerine geçer. Altı yaşındaki çocuk bu geçiş oluşumunu kopya eder. Şahsi ifadesiyle ansızın „babamız‟ demeyi reddetmektedir. Gösterdiği sebep şudur, muhtemelen iyi olan Allah, onun dünyevi babası gibi olamaz, yani bir ayyaş ve dönme. Çocuk henüz çocukluğunun başlangıcındadır ki, somut tasavvurdan daha sonraki hayatına uygun düşen daha soyut kavrama geçmemiştir.
Sosyal öğrenme çok ince bir oluşumdur. Öğretilen, uzun vadede öğretim tarzından daha az önem kazanmaya başlar. Derslerin muhtevasından tamamen ayrı olarak, çocuk velilerinin samimiyetinden silinmez, çıkmaz bir intiba kazanır. Günlük hayattaki seslerinin tonu, örnekleri çocukta kaybolmaz, hatta onların deruni dindarlıklarını tamamen kabul eder, ve bunlar, değerlendirmeden yıllar öncesine ait olabilir. Gerçi üstünden yıllar geçinceye kadar ne olduğu bilinmeyebilir, fakat samimiyetsizlik, samimiyet kadar kolay algılanır. En dindar yetişkinlerin, kendileri derin şekilde dindar olan veliler tarafından yetiştirilmiş olduğuna dair makul deliller vardır. Dindarların çocuklarının, daima eğitilmiş oldukları doktrinal pozisyonu kabul ettikleri doğru değildir. Çok defa onlar velilerinin Ortodoksluğuna karşı çıkarlar, ve bununla beraber velilerinin görüşlerinin samimiyeti onları derinden etkilemektedir. Kendi dünyevi destekleri çökerken, velilerinin hayat felsefelerini izlenecek arzu edilir —gerçi ister istemez detaylı olmayan— bir model olarak görmeleri daha muhtemeldir.
Püberte öncesi yıllarda gelişen duygu üzerinde ilave tesirler görülür. Çocuk umumiyetle ciddi hayal kırıklıkları ve mahrumiyetlerle karşılaşır ve
kendisinde merkezleşmiş -fakat yoğun, olur olmaz konulardaki dualara sarılır. Hasta köpek yavrusu esirgenmez, yeni kızağı noele yetişmez. Bu engeli aşmak, kişinin Allah hakkındaki düşüncelerini gözden geçirmek, kendisine alaka duyması halinden alakasızlığa geçiş, oldukça zordur. Bu başlangıç döneminde, hiçbir büyü yardımı olmadan dini bulan birçok birey, bir defada ve hepsi için problemi çözerek geride bırakır. Gelişme üzerinde engelleyici bir tesir, olgunlaşan zekadan gelir ki, artık evde ve kilisede öğretilen soyutlamaları bir dereceye kadar daha yeterli şekilde anlayabilmektedir. Çocuğun teolojisi tedricen büyüklerininkine yaklaşmaya başlar. Ve normal olarak püberte öncesi dönemde, grupla aynılaşmak için şiddetli bir arzu vardır. Bu durum aile içinde olursa, dini uygulamalar hakikat diye kabul edilir. Velilerinin kurumla ilgili üyelikleri nadiren sorulur. Çocuk, "Biz neyiz?", diye sorar ve şunu öğrenir. "Biz presbiteryanız." Presbiteryanizmin üstünlüğü için başka hiçbir otorite istemez. Gerekirse, defansta dövüşür ve tolerans bakımından aynı zamanda vaki olan muayyen bir eğitim olmadıkça, Katolik başlardan Katolik saçları kopardığı ölçüde bu yolda gidebilir.
Adolesans
Umumiyetle püberte stresine kadar dini duygunun gelişiminde ciddi tersliklerin olduğu görülmez. Gelişmenin bu safhasında genç dini tutumlarını şahsiyetinin ikinci elden provalardan birinci el provalara — gerçekte bütün tutumlarını- değiştirmeye zorlanır. Velilerinin kendisi yerine karar almalarına daha fazla izin veremez. Gerçi bazı durumlarda geçiş akıcıdır ve idrak edilemez, fakat çok kez bir isyankarlık dönemi vardır.
Çeşitli incelemeler, takriben çocukların üçte ikisinde velilerinin ve kültürün öğretimine karşı bir reaksiyon olduğunu gösterir. Ve yine takriben isyanların yarısı onaltı yaşından önce ve hemen sonra onaltı buçuk yaşında görülür. Umumiyetle isyan zamanı, kızlarda göze çarpacak şekilde erkeklerden daha öncedir. Bu birçok şekiller alır. Bazen genç basitçe sadakatini velilerinden dini bir kuruma değiştirir. Veya daima dini telakkilerden çıkarılan tatminkar bir rasyonalizme ulaşabilir. Bazen şüphenin ilk gölgeleri üzerine düştüğünde vazgeçer, ve modern gençliğin karakteri olduğu söylenen fırsatçılık ve hazcılığın hakim olduğu hayat tarzına sürüklenir. Bazen hayat fırtınası, entellektüel şüpheler sebebiyle değil de, belki kendisini cinsiyet çatışmalarına borçlu olan suç ve utancın insanı kemiren duygusu sebebiyle artar. Günümüzde sık sık olmamak üzere, hesap günü dolayısıyla ihtida için zarurette ısrarlı olan İncildeki ilgili bölümlerin harekete getirdiği krizler de bulunur.
Din psikolojisinde hiçbir konu ihtida kadar yoğun bir şekilde incelenmemiştir. Çeşitli gerçekler gereği gibi kurulmuştur. Onlardan biri, velilerin inanç sisteminin reddi konusunda olduğu gibi, ihtida için de ortalama onaltıdır. Gerçi son yıllarda eğilimin daha önceki bir yaşa doğru olduğuna dair delil vardır. Sinema ve radyonun tesirinin çocukların emosyonel hassasiyetini bilemekte olduğundan şüphelenilir, ve böylece hiçbir şekilde tepkide bulunmasa bile, İncil uzmanlarının yaltaklanmaları birinci durumdan daha önceki bir çağ üzerinde tesirli olur. Yine biliyoruz ki, ihtida tecrübelerinin sıklığı kültürel şartlarla değişir. Zirai bölgelerde ve bir yıldız teolojisini benimseyen ailelerde yetişen çocuklar şehir çocuklarından, özellikle teyit uygulaması yapan kiliselerle irtibatlı şehir çocuklarından daha hassastır. Nihayet çok sert ihtidaların ortaya çıkışı, bugün elli yıl öncesine göre şüphesiz daha azdır. Büyükbabalarımızın zamanında yeniden canlanma kampanyaları ve mitinglerinde hazır bulunmak ve eve resmen ihtida etmiş adolesanslarla dönmek, bütün aileler için ortak olmayan bir durum değildi.
Dini uyanışın üç şekli müştereken birbirinden ayrılır, ilki kesin krizler veya dönme tecrübesidir. Bir çeşit dini uyanışı bildiren çağdaş kolej öğrencilerinden % 14‟lük geniş bir grup, dini tecrübeyi kabul etmekteydi. %15'i karışıklığın ya da devrimin zayıf olduğu veya olmadığı, fakat bununla beraber kişinin yeniden dini yönelişine tesirli uyarıcı olarak hizmet eden münferit bir olayı belirtmekte ehil olduğu ikinci tip uyanışı veya emosyonel uyarıcıyı bildirmekteydi. Bu iki tipi birlikte alarak dini gelişmenin altında travmatik veya yarı travmatik bir olayın yattığını bildiren %29‟a sahibiz. Kalan % 71, kesin hiçbir özel fırsatı olmayan tedrici bir uyanışı bildirir.
M
ünferit bir dönüş veya canlı bir tecrübenin olmuş bulunduğu yerde umumiyetle kararlı ve ekseriya daimi bir düzenin sonuçlarını görürüz. Bu yeniden geriye dönüşlerin olmayacağı demek değildir, aksine normal olarak geriye dönüşler faal moral bir tecrübeyi takip eder.Vecdin bütün anlarından sonra, örtü tekrar çizilir. Fakat kati krizlerin veya emosyonel uyarıcıların önemi, canlandırılan açlıkta ve bu açlığın giderilmesi için bir araştırma yönünün benimsenilmesinde yatar. Hemen hemen daima bir kez canlı şekilde dini bir zihin durumu yaşamış olan bu birey bütün hayatını, ilhamını yeniden ele geçirmek için araştırmakla sürdürür.
Adolesansın dini tecrübesine dair kendini anlatan hikayeler, olağanüstü farklılaşır. Bazı gençler dini itikadın geceleyin alevlendiğini bulur, ve itikadın kendilerini böylesine zorla işgal ettiğini keşfetmekle şaşkınlığa uğrarlar. Bazıları teyitle veya ilk komünyonla yapılan ağırbaşlı bir itikadı bildirirler. Bir çoğu eşyanın karanlık tarafından ayrılamaz, ve kendileri için dini duygunun daima düşünceli, dalgın bir hali ifade ettiğini bildirirler. Yine çoğu, belki de en çoğu, itikadı karanlık gösteren tecrübeyi zirve heyecanlarla ve ümitsizlik teknesiyle yaşarlar. Velilerden ve kiliseden ayrılık hissi, bir yabancılık duygusu olarak hepsinde ortaktır. Başkalarına veya kişinin kendisine yönelmiş olsun ya da olmasın moral hükümler çok defa sert ve olumludur. Adolesans çok defa moral bir mutlakçıdır, ve inanır ki, Allah onun benimsediği moral değerleri garanti etmek için var olmalıdır. Mahrumiyetler ve katlanma, kötülüğe ve adaletsizliğe dikkati çeker ve çok kez yıpratıcı şüphenin mum alevleri veya buna benzer bir sebep dini zorlamayı artırır ve kötülük problemiyle ilgili dini bir çözümün gelişmesini hızlandırır.
Dini duygu gelişirken diğer duyguların üzerinde yığılır ve onlarla mecz olur. Aşık olan genç bu durumun insanı aşan tarafının dini anlarında sahip olabileceği mistik tecrübe gibi olduğunu görür. Romantik başarı idealleri zihnini işgal eder ve hırsı bütün evreni kucaklamak üzere dini bir iştiyakla birleşebilir. Yoğun hisler daima münferit duyguların hudutlarına taşar ve şahsiyeti bütün bölgeleriyle doyurur. Sanat, bir adolesans ihtirası haline gelebilir ve genç çok kez dinin, sanat gibi uğraştıklarıyla bütünleşme ve ahenkli hale gelmeye çabalaması yüzünden daha yüksek bir anahtara transpoze olan tek sanat olduğunu bulur. Fakat sanat mekanın küçük çatıları içinde birleşirken, din kesinliğin ön manzarası içinde çalışır. Kuppky'nin adolesanslar arasındaki saygı tecrübesiyle ilgili incelemesi göstermektedir ki, bu en sık şekilde tabiatın harekete geçiren güzellikleriyle canlandırılır. Adolesanslarda olduğu gibi birçok yetişkin için de estetik ve dini duygu süreklidir.
Amerikan protestan kültüründe dini duygu üzerinde belki en önemli tesir, gencin normal olarak otorite problemi için teşvik edilmesi hakikatidir. Ailesi tarafından kendisinden eşyaya bakışla ilgili tesis edilmiş bütün tarzları tenkitçi şekilde incelemesi beklenir. Okulda, evde, sosyal sistemde, kilisede noksanları, çatlakları bulmasına izin verilmekle kalınmaz, aynı zamanda teşvik edilir. Tam iki asır boyunca kilise, tenkitçiliğin gözde hedefi olmuştur. Yaygınlığı içersinde akıl ve muhakeme keskinleşti. Uygun ortodoks zeminin karşısında sayısız ilim adamı, filozof, hümanist kendi mümtaz mallarının avantajını teşhir ettiler. Bu yüzden zamanın modası, gençleri müdafilerden çok saldırgan tarafa katılmaya teşvik eder. Sonuç olarak velinin kilisesini reddetmek, mesleki, sosyal, ve eğitimsel beceriler bakımından çocuktan velilerini çizgiden çıkarması beklenen bir kültürde bağımsız bir yetişkin olarak bir ileriye adım atış tarzıdır.
Kolej Öğrencileri
Artık mevcut kolej öğrencileri neslinden alınan bir örneklemden elde edilen birkaç gerçeği ve rakamları değerlendirmeye geldik. İncelenen kesim, üçte ikisinden çoğu II. Dünya Savaşının kıdemli emekli askerleri olan 414 Harvard ve Radcliffe talebesi idi. Sonuçlarımız bütün Amerikan gençliği için -şüphesiz diğer milletlerin gençliği için de- tipik olmayabilir. Örneklem, her nasılsa problem bakımından bu iki kolej için temsilidir, ve muhtemelen ciddi şekilde yüksek öğrenim kurumlarını şimdi kalabalık hale getiren hırslı ve akıllı genç erkek ve kadınların büyük sayısıyla çizginin dışında değildir. Materyal, geleneksel fakat dini duyguların incelenmesinde kullanılan kusursuz bir metot olmaktan uzak bir kestiyonerle elde edildi.
Bu incelemedeki miğfer soru, "Tamamen olgun bir hayat felsefesi kurmak için dini bir yöneliş veya inanç şekline muhtaç olduğunuzu hisseder misiniz?"
idi. Bu soru, 'dini istikameti‟ tarif etmez, fakat herhangi bir anlamda böyle bir oryantasyonun kişi hayatında makul ve gerekli bir yere sahip olup olmadığı konusunda öğrenciyi serbest bırakır. Bu soruya her on öğrenciden yedisi doğrulayıcı cevap verir. Onda yedisinin teist veya kilise müdavimi veya gelenekçi olduğunu farz etmek, kesinlikle yanlış olacaktır. Sadece herhangi bir şekilde dini tanımlamak üzere muayyen bir fırsat vermezsek, on öğrenciden yedisinin kendilerine aktüel veya potansiyel bakımdan dindar olarak baktıklarını söyleyebiliriz.
Evvela negatif cevap veren bireylere, yani hayatlarında dini bir istikamet ihtiyacını hissetmeyenlere bakarak ne keşfedebiliriz? Erkekler bu kategoride kadınlardan çok daha fazla bulunmaktadır. Kadın öğrencilerin %82‟si dini bir yöneliş ihtiyacını bildirirken, asker emeklisi olmayan erkekler arasındaki bu nispet %76'dır ve asker emekliler arasında da %64'tür. Bütün incelemelerde her nasılsa tanımlanan dine, kadınların daha çok alaka duymuş olmaları ortaktır. Onlar çok defa kilise müdavimleridir, şahsi hayatlarında daha çok dindar ve din meselelerinde daha çok aile nasihatçileridir. Fakat cinsler arasında bu ölçülmüş farklar nadiren %20'yi geçtiğinden, bu buluşu mübalağaya karşı korumak yerinde olacaktır.
Cinsiyet farklılıkları ve daha sonra tartışacağımız harp tecrübesi bir yana, yaş faktörünün önemli olduğu ortaya çıkar. Yirmi ve bu yaşın altındakiler, dini istikamet duygusunu bu yaşın üstündekilerden daha fazla hissederler. Bunun için makul sebep vardır. Ortalama bakımından yirmili yaşın baş ve ortaları, gerçekte hayatın en az dini olan dönemidir. Ayrıca veli kodlarından ayrılma, bu dönemde tamamlanmaktadır. Ve yine genç en fazla güveni, kendi hayat hırsını kovalarken hisseder. Hemen hemen bütün yetişkinlerin kabiliyetlerinin ve muhtemel becerilerinin, gayelerine ve hak iddialarına denk düşmek üzere mümkün olmadığını ilk kez anladıklarında meydana gelen ağır şoka henüz sahip olmamıştır. Yirmilerin başındaki genç kural olarak henüz, ortalamanın kanunlarıyla kendisinden daha dindar olacak bir kadınla evlenmemiştir. Ne de henüz çocuk eğitimini üzerine almıştır. Böyle yaparken muhtemelen onları kültürel mirasın bir parçası olan dini etkinin faydasına sahip olmak için isteyecektir. Ne de yirmilerin başında ve ortalarında henüz velilerinin tutumlarını belirlemiş olabilen samimiyet ve dindarlıklarını değerlendirmek üzere kendi yetişmesine kafi perspektifi henüz geliştirmemiştir. Bununla birlikte velilerinin tarzlarının izlenecek kötü bir tarz olmadığına inananların ilk defa karar vermeleri çok kez otuzlardadır. Eski folklor, artık hayatın sırları ve zorlukları karşısında kendilerinin yapabilecekleri kadar akıllıca hareket etmeye sahip gözükür.
Son olarak hayatlarında dini bir istikamet ihtiyacını reddedenler üzerindeki çocukluk eğitiminin tesirlerine bakalım. Evvela görürüz ki, çocuklar üzerindeki dini etki, hiçbir vesile ile çok kere düşünüldüğü gibi, geçmişe ait bir şey değildir. Vakaların %19‟unda dinin, eğitimde çok hudutlu bir etkisi olmuş bulunduğu, %42'sinde mütevazı bir etki, %33'ünde zayıf ve %7'sinden daha azında mevcutolmadığı bildirildi. Dinin hudutlu ve hatta mütevazi bir etkisi olmuş bulunduğunu bildiren öğrencilerin şimdi, dini bir istikamet ihtiyacını ifade etmesi daha muhtemeldir. Etkinin zayıf olduğu veya hiç olmadığı bildirildiğinde, ihtiyaç çok az hissedilir. Fakat çarpıcı istisnalar vardır. Hudutlu tesiri bildirenler ona karşı reaksiyonlarında keskindir. Ve diğer taraftan "hiçbir şekilde hiçbir tesiri" olmadığını bildirenlerin üçte biri, henüz mevcut ihtiyaç duygusu geliştirmez. Terbiyenin rolü, açıkça ortadadır. Münferit hiçbir psikolojik veya çevresel faktör, din ihtiyacının yaratılmasında ilk eğitim kadar önemli değildir, ve henüz bu faktör kati de değildir. Ve gelişmelerinde hiçbir şekilde hiçbir tesiri olmadığını bildiren öğrencilerimizin üçte biri, henüz herhangi bir dereceye kadar dini bir meyil geliştirmediler.
Öğrencilerimizi çevreleyen dini eğitim tarzına dönerek başka alakalı olaylar görürüz. Roma Katolik itikadına göre yetiştirilmiş olanların (toplamın %15‟i) yaklaşık tamamı, şimdi hayatlarında dini bir istikamet ihtiyacı olduğunu bildirmektedirler. Diğer uçta olanlar, bir Yahudilik şekli ya da (kestiyonerimizde Ünitaryenizm ve Üniversalizm diye tanımlanan) liberalleşmiş Protestanlıkla yetiştirilmiş olanlardır. Bu itikat şekillerinden biriyle yetişen gençliğin %40‟ı dini duyguya şahsiyetlerinde tamamen gerekli bir unsur olarak bakmakta başarısızlığa uğrarlar. Fakat Roma Katolikliğine zıt olan bu iki itikada, genellikle 'hudutlu' olmaktan çok 'zayıf tesirler şeklinde bakılır ve böylece kati olanın, çeşitten çok etki derecesi olup olmadığını tayinde başarısızlığa uğrarız. Diyebiliriz ki, Unitaryenlerin her pazar kilisede hazır bulunması ve dini tatbikatlara aktif şekilde katılması ne kadar istenirse, çocukları da Katolik çocukları kadar sıkça dini bir ihtiyacı geliştirmek mecburiyetindedirler.
Hayatlarında dini istikamet ihtiyacını hissetmeyenlerle ilgili vakalarımızın üçte birine dair final gerçek şudur: hiç bir vesile ile, sorumuza tamamen eşsesli olmayan olumsuz bir cevap vermediler. %38‟i bu konuda şüpheci olduklarını söyledi. Bu yüzden toplam öğrenci örnekleminin dışında, fiilen sadece %l8‟i olumlu şekilde cevap verdi ki, onlar için şahsiyet olgunluğu hiçbir dine muhtaç değildir. Asıl sonuca dönüyoruz, yani bu öğrencilerin hayatlarının büyük çoğunluğunda hatta şüpheciliğin ufuklara ağırlığını koyduğu bu teknoloji ve sosyal çözülme çağında bir çeşit din araştırmak üzere gençliğin durumu açıktır.
Son olarak, bu öğrencilerin dini görüşlerinin velilerininkiyle nasıl mukayese edileceği noktasına geliyoruz. Şu soru sorulur, genellikle dini inancınızı annenizinkiyle kesinlik bakımından nasıl mukayese edersiniz? Sadece %8‟i inançlarının annelerininkinden daha kesin olduğunu düşünmekteydi. Kalanı hissetmekteydi ki, inançları kesinlik bakımından aynı idi veya durumu bilmemekteydiler. Bütün ihtimaller göz önüne alındığında, üç sebep bu sonuca yardım eder. Her şeyden önce, cinsiyet farklılığı vardır. Vakalarımızın çoğunluğu erkektir ve bildiğimiz gibi, dini alakalar ortalama bakımdan erkeklerde kadınlardan daha az kuvvetli şekilde gelişmiştir. Aynı şekilde yaş farklılığı vardır. Geçen yıllarla birlikte oğulda veya kızda dini duygunun şiddeti, baza vakalarda anneninki ile aynıdır veya baskın çıkar. Sonuçta şüphesiz laik, dünyevi bir artık etki vardır. Mevcut nesil, muhtemelen dini duyguda velilerinin neslinden daha az kesinliği bildirir. Öğrenci şunu da bildirmektedir ki, kendi inançları umumiyetle babalarının inançlarından daha az kesindir. Burada enteresan gerçekler ortaya çıkar ki, babalara annelerden çok daha az dindar olarak bakılır, ve birçok öğrenci babalarının itikatlarının gücü hakkında annelerinin gücünden iki misli cahil olduklarını itiraf ederler. Görülüyor ki, oğullar ve kızlar dini konularda babalarının durduğu yeri öğrenmeyi nispeten daha zor bulurlar.
Artık nesillerin mukayesesinde en çarpıcı buluşa geliyoruz. Dini istikamet ihtiyacını ifade eden öğrencilere umumiyetle aşağıdaki büyük dini sistemlerden birinin geleneğinin onların ihtiyacını karşılamak üzere tatminkar gözüküp gözükmediği sorulur. Roma Katolikliği, Anglo Katoliklik veya Doğu Ortodoksluk, Protestan Hristiyanlık, liberal Hristiyanlık (Ünitaryenizm, Üniversalizm diye tanımlanan), etik olup fakat teolojik olmayan bir Hristiyanlık (etik kültür diye tanımlanan hümanizm), bir Yahudilik şekli veya belirtilmesine izin verilen bir diğeri. Başka alternatif olarak da, "dinin özle ilgili olan yeni bir tipi gerektiği"ni söylemeye izin verilir. Keza kullanılmakta olan aynı sınıflama sistemiyle kendi eğitimlerinde hakim olan dini etkinin karakterini işaretlemesi istenir. Böylece elde edilen tepkilerden, vuku bulan sadakatteki değişmeleri karakterize etmek mümkün olur. Dini bir istikamet ihtiyacını hisseden öğrencilerin sadece %60 civarının, eğitildikleri sistemi ihtiyaçlarını tatmin edici buldukları meydana çıkar. Din ihtiyacını hisseden Roma Katolik öğrenciler arasında %85'inin, bu itikat sisteminden memnun olduklarını ifade etmelerini bildirmek hoştur.
Bu nesilde yer almış bulunan bu yeniden karıştırmayı açıklamak için daha Ortodoks olan Protestan kiliselerinde yetiştirildiklerini bildiren iki yüz öğrenci örneğine bakalım. Bu vakaların kesinlikle tam olarak dörtte biri, olgun bir şahsiyet için herhangi bir dini yönelişe ihtiyaç duymadıklarını belirterek dindışı alana yöneldiler. %14'ü yeni bir dine ihtiyaç duyulduğunu ileri sürdüler. İlave bir %19 Hristiyanların daha liberal şekillerine sadakatlerini değiştirdiler -belki Ünitaryenizm veya etik fakat tamamen teolojik olmayan bir Hristiyanlığa. Kesinlikle 85 vaka veya %42, eğitilmiş oldukları gelenekte yer almaktan memnun olduklarını söyleyenlerdi. Roma Katolikliğinin biricik istisnası ile, kusur Yahudilik ve Hristiyanlığın diğer sistemleri için de aynı derecede büyüktür. Eğilimin baştanbaşa teosantrik önemden etik öneme doğru olduğu gözükür.
Bu gençler arasında teolojik dogma bakımından ortodoks itikat, dini uygulamalarda olduğundan daha azalıyor. Kilisede hazır bulunma, dua, ve bir Üstün Varlığa sübjektif saygı ve bağımlılık hisleriyle ilgili olan muayyen sorular soruluyor. Cevaplardan öğreniyoruz ki, öğrencilerin sadece %15'i, önceki altı aylık dönem esnasında herhangi bir dini uygulama veya dinle ilgili bir zihni durumun yaşanmasıyla meşguliyeti reddediyorlar. Bu buluş, hayatlarında henüz dini hiçbir ihtiyacı hissetmediklerini bildiren öğrencilerden çoğunun, ara sıra dini uygulama içinde bulundukları anlamına gelmektedir. Kadınların %35 ' i ve erkeklerin %15'inin her gün dua ettiklerini öğreniyoruz. Halbuki kadınların %40‟ı ve erkeklerin %50‟si her gün olmasa da ara sıra dua ederler. Kadınların %38'i erkeklerin %17'si her hafta kilisede hazır bulunur, fakat çoğunluk bunu ara sıra yapar. Kadınların 50'de dördü erkeklerin 50'de üçü hiç olmazsa ara sıra da olsa en Üstün Varlığa saygı, bağlılık veya bağımlılık tecrübelerini bildirirler. Dini meyil ve hatta geleneksel dini uygulama, makul surette ortodoks inançtan daha göze çarpıcıdır.
Ortodoks Hristiyan doktrinin tarihi modelinde inancın genişliğini değerlendirmeye kalkarsak, komşuluk bakımından %25 gibi bir rakama varırız. Ortodoksluğun bu genişlik tahmini, çeşitli sorular yardımıyla yapılabilir. Birincisi, mesela Kristoloji ile ilgilidir, öğrencilerin sadece %28'i Hz. İsa'ya, İncil'in söylediği gibi, “Tanrı'nın insanda tecessüdü şeklinde ilahi olarak bakılmalıdır" görüşünü onaylar. Yarıdan çoğu şu görüşü tercih eder. "Hz. İsa‟ya sadece büyük bir peygamber veya hoca olarak bakılmalıdır, Müslümanların Hz. Muhammed'i, Çinlilerin Konfüçyüs‟ü kabul ettikleri gibi. Öğrencilerin sadece dörtte biri ebediliğe bakışlar gibi şahsi ebedilik, yani bir birey ve ayrı oluş olarak ruhun sürekli mevcudiyetine olan inancı onaylar. Aynı şekilde uluhiyetin katı şekilde tanımlanan teistik görüşü, erkeklerden sadece beşte bir kadınlardan da beşte ikilik bir destek çeker. Bu görüş şu kestiyonerde inanç olarak ifade edilir. "Evrenin ve tabiat kanunlarının koruyucu ve lütufkar, sonsuz şekilde akıllı ve kudretli bir yaratıcısına ibadet ve dua ile yalvarılabilinir. Allah, şahsi bir Allah'tır. Öğrencilerin çoğunun her nasılsa ateist oluşu gerçek değildir. Sadece %12‟si kendilerini ateist olarak görür ve ayrıca bu konudaki kaçınılmaz cehaletimiz sebebiyle %20'si de agnostiktir. "Allah'a ne inanırım ne de inanmam." Öğrencilerin kalanı, görüşlerini genişçe bir şekilde deistik veya pluralistik terimlerle ifade etmeyi tercih ederler.
Bu irtibatla, dinin, halkın afyonu olduğu ve yine halkın dini itikatlarının reaksiyoncu engeli olmaksızın kendilerine haklılıkla isteyebilmeleri için organize dini kuvvetlere karşı aktif dirence gerek duyulduğu hakkındaki Marksist pozisyona desteğin az olduğunu görüyoruz. %12, bu ekstrem pozisyonla mutabıktır ve başka bir %12 bu konuda hiçbir kanaat bildirmez. %76 kesinlikle mutabık değildir.
Çoğunluğun bir çeşit Allah inancı olsa bile, yine çoğunluk insicamsızlıkla esasen John Dewey tarafından ifade edildiği gibi, "din hayatta faydalı bir rol oynamaksa, ona tamamen tabii bir insan fonksiyonu olarak bakılmalıdır, yoksa tabiatüstü kavramlarla uğraşılacak herhangi bir şey değil" şeklindeki hümanistik teklifi onaylarlar. Belki bu ifadede yer alan talihsiz kavram kelimesi tabiatüstü veya başka türlü -saf kavramlarla uğraşmak üzere dini gerekli gören cevaplara götürür. Ve böylece bir dereceye kadar insicamsızlık şüphesiz kendi değerlendirmeleri dine ihtiyaç duyan ve Allah'a bir çeşit inanca sahip ve aynı zamanda dinin ne olması gerektiği fikrinden tabiatüstünü çıkarmaya henüz teşebbüs eden birçok öğrencide şaşkınlığı yansıtır.
Bu insicamsızlığı yorumlamak için sanırız, öğrencilerin tabiatüstücülüğü popüler olmamak şeklinde idrak ederken ondaki spesifik işaret ile kiliselere duyulan tatminsizliğin ilave bir ifadesi olarak tabiatüstücülüğün reddine bakmak gerekir. Geleneksel kilise durumlarından hoşnutsuzluk -özellikle Protestan ve Yahudi- hemen hemen iktibas edilen delilin çoğuyla gösterildi. Ayrıca, hiç olmazsa Protestan Hıristiyanlık içindeki denominational ayırımların modası geçmiş ve mümkün olduğu kadar süratle ortadan kaldırılması gerektiği teklifiyle yüksek derecede mutabakatı olduğunu görürüz. %57'si bu konuda ekümenistlerle mutabıktır. Sadece %19‟u mutabık değildir ve kalanın hiçbir kanaati yoktur. Şüphesiz mizaç farklılıkları daima farklı ibadet tarzları gerektirir, ve kök bakımından denominational ayırımların altında yatan teolojik ihtilaflara öğrencilerimizin açık bir çoğunluğu tarafından bir anakronizm olarak bakılır.
Şunlarla özetleyebiliriz, (1) Birçok öğrenci olgunlaşan şahsiyetlerinde dini duyguyu içine alan bir ihtiyacı hissederler, (2) ekseriyetle Allah'a inanırlar, gerçi görüşleri umumiyetle geleneksel Teistik çeşitten değildir. (3) Sadece dörtte biri teolojik dogma için temel meselelerde ortodokstur ve itikatları tarihi geleneğe uygundur. (4) Çoğunluk, dua dahil geleneksel dini uygulamaların bazı şekillerini muhafaza eder. (5) Fakat çoğunluk mevcut şekliyle kurumsal dinden açıkça hoşnutsuzdur, bu öylesinedir ki, dini ihtiyacı hissedenlerin %40‟ı eğitilmiş oldukları kiliseyi henüz tanımazlar, hiçbir dini ihtiyacı hissetmeyen ve hissedenler dahil, dini bir eğitime sahip bütün öğrenci kesimini alırsak, %50‟sinin eğitim görmüş oldukları kiliseyi reddettiklerini buluruz.
Bu buluşların mevcut kolej nesline mahsus olduğunu ima etmek yanlış olacaktır. Biliriz ki, burada tasvir edilen temayüller yıllarca etkili olmuştur. Mesela vaktiyle öğrencilerin yarısının kendi hayatlarında dine ihtiyaç duyduklarında kilisenin cari uygulamalarının tatmin edici olmadığını hissettiğini, 1926'da Siraküze Üniversitesinde yapılan bir inceleme açığa çıkarmıştı. Sadece üçte biri bu uygulamaların umumiyetle tatminkar olduğunu hisseder - mevcut çalışmada elde edilene çok fazla benzeyen bir tahmindir bu. Ayrıca, uluhiyete olan tutumlar açısından, haddizatında 1926'daki Siraküze öğrencilerinin birkaçı ekstrem teistik durumu onaylamaktaydı, gerçi aynı zamanda daha küçük bir yüzde agnostisizmi veya ateizmi kabul etmişti. Ve yine Siraküze‟de sadece %10, kilisede hazır bulunma ve sadakatle ilgili uygulamaları tasvip etmemekteydi; sadece farklı bir zaman değil, burada işin içine giren aynı zamanda farklı bir kolej kesimidir.
Zaman bakımından başka bir mukayese alaka çekicidir. Tetkikimizde kiliseyle ilgili tutumlara dair yer alan bir soru, 1930‟da Wisconsin Üniversitesinde 3000 öğrenciye sorulan bir soruyla aynıdır. İki okulda da bir kaçı, "kilisenin, medeni hayatın emin ve yanılmaz bir kurum olduğu" pozisyonunu onayladı -%6 Cambridge'de %4 Wisconsin'de. Fakat ikinci en gözde cevap anlamlı bir farklılığı göstermekteydi. "Umumiyetle, Kilise insan hayatında en iyi için ayakta durur, gerçi muayyen küçük kusur ve hatalar ister istemez bütün insani kurumlarda olduğu gibi, kilisede de vardır." Bu teklife, 1946'da Harvard ve Radcliffe öğrencilerinin %37'si, fakat Wisconsin öğrencilerinden her iki cinsten %24‟ü 1930'da muvafakat verir. Karşılıklı olarak kiliseye karşı hudutlu şekilde gözde olmayan ifadeler 16 yıl öncesinden çok daha fazla tasvip görmektedir.
Kullanışlı olan bu çeşit trend incelemeleri göstermektedir ki, modern gençliğin soğukluğu bugün 15 ya da 20 yıl öncesinde olduğundan muhtemelen daha büyük değildir. Problem daimidir ve son yüzyıl, belki de daha uzun bir süre için böyle olmuştur.
Eğer gençlikle ilgili bu soğukluk bu kadar büyük ise, kurumsal dinin devam etmesi nasıl mümkün olur? Emniyetle diyebiliriz ki, eğer her bir nesildeki öğrenci kesimi cetlerinin kilisesini terk ederse, kazanılan yeni birkaç öğrenci ile ulaşılacak noktanın fazla olmaması gerekir. Bu bilmeceye cevap iki anlayışın içinde yatar, burada incelemesini yapmakta olduğumuz dindar olmayan yirmililerden birçok genç gerçekte istekle, bazen de şevkle isyan ettikleri müessesevi formlara geri döner. İkinci olarak, adsal üyelikte yansıtıldığı gibi, sadakatin izleri ve hiç olmazsa kilisede ara sıra bulunma, kilise doktrinine bağlılıklarını hakikaten kaybetmiş olan gençlik arasında bile kolay kolay silinmez. Böylece, umumiyetle bir kurum olarak kilise, genç üyelerinin dogmatik itikadında olduğundan daha az benimsenir. Sosyal faaliyetleri genişleterek ve faydalı çalışmaları yoğunlaştırarak, fakat şüphesiz değişen bir fonksiyonla Protestan kilisesi hiç olmazsa muayyen bir hayatiyeti korumaya ehildir.
Teosantrik itikadın kaybı ve teolojik olmayan liberalizme dair temayülle ilgili bir görüş vardır. Tamamen olmasa da bu değişme kendisini kısmen şüphesiz teoloji öğretimine dair bugünün öğrencilerinin bilgisizliğine borçludur. "İlimlerin kraliçesi" tahtından ayrı düştü. Delile ihtiyaç duyulsa, kilise okullarındaki doktrin ve İncil öğretiminin zayıflamasına, itikadın doktrinleriyle ilgili kolej kurslarının eksikliğine, sadece tarihi doktrinin cehaletinin en kalın kafalılığını bulan ordu servislerindeki birçok papazın raporlarına işaret edebilirdik. Diğerlerindense reddetme, tanımama oluşumu içinde bulunanların teolojik durumunun en iyi şekilde kavranılması anlaşılmadan şahsi dini tarihle ilgili öğrenci biyografileri okunabilir. Hatta daha kesin olarak Hinduizm, İslamiyet ve diğer bütün büyük itikatların akılcı doktrinlerinin cahil öğrencileri vardır. Mukayeseli din ve teoloji bilgisi eksikliğini duyan gençler, onları kullanmak için olgunlaştıklarında bile, geçmişteki büyük insanların ulaştıkları kullanışlı, işe yarar çözümlere sahip olamazlar. St.Thomas Aquinas, Meister Eckhardt, Luther, Calvin, Wesley, Swedenborg, Kierkegaard, Newman, Tyrrel, Fitschl, Darth, Downe, Niebuhr veya diğer herhangi bir Hristiyan itikadının rasyonel görüşleriyle uğraşmış olan mümtaz kişilere dair ancak hiç mesabesinde bilirler. Bu düşünürler, işin içine giren entellektüel zorluklar ve kurumsal dinin bekledikleri gibi çıkmayış derecesi bakımından bugünün bakalorya almamış tenkitçi Üniversite talebelerinden daha az farkında değildir. Başardıkları pozisyonlar zor kazanıldı ve muhtemelen sadece kendileri için doğrudur. Fakat gayretleri, yine aynı derecede dini olgunluğu araştıran her istekliye ağır düşünce modelleri olarak hizmet etmelidir.
Terhisler
son gençlik dönemini bırakmadan önce terhis olmuş askerlerin dini tutumları üzerinde son harbin tesirlerini tespit etmek üzere verilerimizi yokluyoruz. Terhis
olan askerler tarafından yazılmış 290 samimi ve halis rapor incelenirken, muayyen benzerlikler fakat daha fazla da altta yatan farklılıklar görülmektedir. Farklılığın tesirini ele almak için hepsi de Protestan zeminli ve dövüş tecrübesi olan terhisler tarafından yazılmış üç zıt ifade arz ediyoruz.
Birincisi, harp, (1) içinde Allah'ın yer almadığı; (2) ve dinin bir başarısızlık olduğu nihai bir tecrübedir. Milyonlarca masum insan gereksiz yere ölürken, hayırlı bir uluhiyete nasıl inanabilirsiniz? Din tesirli olsaydı, hiç bir savaş, düşmanlık, din sebebiyle işkence, taassup, açlıktan ölüm, bencillik, emperyalizm, ve müstemlekeci istismar olamazdı.
Din asırlarca insan kardeşliğini kurmaya çabaladı. Gününe sahip olmuştu. İnsanlar uyandı ve onun ne kadar boş ve din adamlarının ne kadar ikiyüzlü olduklarını gördüler.
Din problemleri, ihtiyaçları karşılamaya çabalar, fakat başarısızlığa uğradı. Problemleri çözülmüş görmek istiyorum, fakat bunun için diğer kurumlara bakmak gerekir.
Tanıdığım bir başka asker, alışılmadık şekilde dindar olmuştu. Hiç kimsenin ülkesine saldırmayı beklemediği bir sırada yatarken, dua ediyordu. Haliyle bir anda bir bomba yakında patladı. Bir kolunu kaybetti, görünüşü değişti ve kör oldu. 0 anda tamamen muharip bir ateist haline gelmişti. Yine bir başka kör olmuş asker bildirmektedir ki, engelinden dolayı uyandırılmış bir itikatla kendisine gelen iç ışığında ve huzurunda karşılığını fazlasıyla aldı.
Tamamen destekli bir özel itikada örnek olarak şu ifadeye sahibiz: Muharebeye girdiğimde, şahsi bir dini felsefem olmamış olsaydı, hiçbir suretle devam edeceğime, dayanacağıma inanamazdım. Benim için bu, katiyetle bir güç kaynağı idi. Hiç kimsenin inançlarımı benimsemesini istemem, fakat şahsen bu inançlardan yoğun bir şahsi huzur yaşarım. Allah'a olan kişisel inancım kadar başka hiçbir şeyin beni daima destekleyeceğini sanmam.
Ve karşı olanlarla taraftar olanlar arasında, şaşkınlık, karışıklık ve körü körüne araştırmaya dair birçok itiraf vardır. Tipik bir örnek:
Kendimi oldukça şaşkın buluyorum. Herhangi bir teşkilatlı dine inanma, fakat insanın doğuştan iyiliğine inan. Hristiyan ahlakına inanırım, fakat Hristiyan dinine değil.
Kişinin komşusuna ve başkalarına muhabbeti hususunda dinin temel ve en basit prensipleri tarafından çoğunluğun ne kadar dokunulmamış olmasıyla çarpıldı. Böylece ikna oldum ki, bu durumu değiştirme ve geliştirmenin tek muhtemel yolu, mevcut mezhep inançları için makul ahlaki bir sistemi koymaktır.
Bu ifade, bugün birçok zihinlerde ortak şekilde var olan durumlara bir örnektir —Hristiyan doktrinine sonuna kadar dayanan Hristiyan ahlakı. Bu ifadelerin farklılığı kendinden söz ediyor. Çok kere şahsiyet gelişmesinde vuku bulduğu gibi, mevcudiyetin krizleri herhangi bir vakada gelişen hayat tarzına sadece yoğunlaştırmaya meyleder. Şüphesiz ara sıra ani değişiklikler olur, fakat genellikle bunlar evvelce gizli bir temayülün önemle belirtilmeleri olmak üzere daha sıkı tetkiklere girişmektedir.
İstatistiksel açıdan, bu askerlerin %55'i, harbin kendilerini önceden olduklarından ne daha fazla ne de daha az dindar yaptığını söylüyor. Fakat %26'sı ise, daha dindar, %19'u da daha az dindar hale getirdiğini ileri sürüyor. Özellikle teamüli dini inançlar ve uygulamalarla ilgili diğer soruların çoğundaki hakikatin karşısında, terhis olan askerlerin olmayanlardan daha muhalif olmaları enteresan bir sonuçtur. Aynı şekilde hatırlıyoruz ki, terhis olan askerler arasında az daha geniş bir yüzde, şahsiyetlerinde dini hiçbir yönelişe ihtiyaç duymadıklarını söylemişlerdi. Bu aşikar birbirini tutmazlık, münferit bir sonuçta uzlaştırılabilir: savaş terhis olmayanlar arasında mevcut olandan biraz daha fazla anti dini tutumlar meydana getirmektedir, fakat dini bir duyguyu alıkoyanlarda bu tesir önemini yoğunlaştıracaktır.
T erhislerin yaklaşık üçte ikisinin hayatlarında dini bir ihtiyacı bildirmeleri gerçeği hala ortadadır. Harp tecrübesinin onları din problemiyle daha çok veya az ilgili hale getirip getirmediği sorusuna gelince, %58‟i daha çok cevabını verdi. Sadece %5'i, kendilerini daha az ilgili hale getirdiğini söylemekteydi. Belki de bu, harp tecrübesinin kritik yoğunlukta olan tecrübelerden biri oluşuna dair hepsinin en açık belirtisidir ve çağdaş gençlikte, modern çağ boyunca muhtemelen herhangi bir önceki nesildekine eş olmayan bir ilgi seviyesini ortaya çıkarmıştır. Fakat bu artan alakaya orantılı şekilde artan bir itikatla refakat edilmedi.
Şahsiyetlerinin hiçbir konuda dini itikadı talep etmediğini düşünen askerler ve konu hakkında şüpheleri olanlar arasında -tamamın %36'sı- hümaniterci bir karşılığın gelişmesi, sıklıkla taranabilir. Fonksiyonel anlamda, terhis olmuş bu askerler dini bir itikadı, ahlaki bir itikatla değiştirdiler. Mesela, aşağıdaki ifadede, bu metafizik arzudan mahrum bütünleyici bir gayret vardır.
N için insanlar din konusunda zaman ve para harcamaya gelince bu kadar aptal ve mürai olurlar, ve TB'ye, zührevi hastalıklara, kansere, çocuk felcine karşı yoğun programlar yapıldığında, aynı enerji ve para ile bu korkulu hastalıkları yok etmeye çalışmıyorlar? Teşkilatlı din, daima zimmetine para geçirme ve ikiyüzlülüğe av olacaktır ve asla haklı olamaz. 0 bölünmüş bir dünyada, sadece başka bir hiziptir -bir lanet.
B u tirad, bir dereceye kadar istisnaidir. İnananlar arasında olduğu kadar inanmayanlar arasında da bir çok vakada, dini iştiyakın her şekli için sempatiye dair delil vardır, ve her ne çözüm için olursa olsun münasebet, bireyin kendi vicdanında kurulmaktadır. Not edilmelidir ki, bu tolerans, kurumlaşmış dine veya onun temsilcilerine olmaktan çok bireylere yönlenir. Sadece bir askerin ordu vaiziyle ilgili gözde bir mütalaası vardı. Fazlasıyla tenkitçi idi. Fakat belki de inceleme şartları, değerlendirici yorumdan çok kritikçi olmayı gerektirmekteydi.
Umumiyetle papazla ilgili şikayetler asli bir temele sahipti -iddiaya göre insan ilişkilerini idare edişindeki uygunsuzluk. Gerçi askerlerden birkaçının rahiplere klinik eğitim sağlanmasına dair cari hareketi işitmiş olmaları mümkündür, fakat şüphesiz bu hareketi samimiyetle tasvip edeceklerdir. Çünkü harp esnasında ruhların tedavisinde papazların teknik yeterliliğin eksikliğini duyduklarını hissettikleri gözükür. Kiliselerinin kendilerine objektif, mukaddes ayin kabilinden yardımlar sağladıkları papazların modern psikolojik ve idari hünerler konusunda ilave eğitime ihtiyaç duydukları hissedilir.
Nihayette büyük stres şartları altında muharebe eden insana geçiyoruz. Orada kendi raporuyla dua eden bir hayvan gibi açığa vurulmuş şekilde durur. İncelememizin delili olmadan, stres zamanlarında dua etme impulsunun, hakikatte ne kadar evrensel olduğu tahmin edilemez. Dindar olmayan şahsiyetlerin son derecede tehlikeli zamanlarda bile direnç gösterecekleri, şahsiyetlerinin alışılmış çatısına tamamen yabancı hareket edecekleri düşünülür. Birkaç asker dua etmek için en ince sapmayı bile reddetti. Fakat onlar istisna idi. Daha fazla karakteristik olanı şu rapordur: Avrupa'daki piyade savaşının sekiz ayı, o dönem esnasında beni oldukça dindar yaptı. Bazı günler sürekli olarak dua ettim. Üstünlük Savaşı sırasında bütün yaptığım dövüşmek, yemek yemek ve uyanık, tetikte olmak, hayatta kalmak için dua etmek oldu.
Özellikle, aşağıdaki ifade açığa vurucudur.
Bir bombardıman uçağında Almanya üzerinde otuz görevle uçtum. Uçuşlar kötü olduğunda hemen emniyette olacağımız bütün durumları ümit ederdim. Korku ümidi motive ederdi ve ümit sona erdiğinde dua başlardı, nedendir bilmiyorum.
B u ifadede önemli bir işin içyüzünü kavrayış vardır. Ümit sürekli korku ile birlikte iken, dua sürekli ümitledir. Dini faaliyet, bu yüzden arzunun ötesinde his olunamaz şekilde büyür. Zihin kendisini kendi uyum kapasitesinin hudutları ötesinde derece derece yayılmış, tabii güçlerini makul bir şekilde tamamlamayı araştırma halinde bulur. Bu askerde olduğu gibi, bazı insanlarda bu tamamlanma duygusu sadece kriz zamanlarında meydana gelir, diğerlerinde dünyevi faaliyetler ansızın ebedi bir şemaya ait olmak üzere gözüktüğü değişik tarzlarda her gün meydana gelir. Terhislerden çoğu, savaş halinde iken insanın şu ya da bu tarzda dua ettiği kanaatini ifade ettiler. Her nasılsa biri konuya ince bir farklılık getirir. "Bir iki kişilik siperlerde ateistler vardı", diye yazmaktadır. "Fakat onların çoğu bir hiçlik içindedir." Burada başka bir keskin kavrayışa sahibiz. Tehlike içinde iken birey sevgi ve güvenlik ister. Bazen bir insani bağ kafi gelecektir, fakat çok defa bu bağ yetmeyecektir. Siperlerdeki dua, şüphesiz dini bir harekettir, fakat dini duygunun hakiki gelişmesi açısından, bir siper dua etmeyi öğrenmede zayıf bir yerdir, çünkü sadece korku halindeki bir insanın dininin, tehlike ortadan kalkar kalkmaz buharlaşması muhtemeldir.
Acayip surette şüphecilik ve hümorla karışık olan bir dua felsefesi aşağıdadır: Alışkanlıkla kiliseye gidenlerin çoğunun öldürüldüklerini gördükten ve onların oldukça fazla, belki benden fazla dua ettiklerini anladıktan sonra karar verdim ki, duanın benim için hayatta kalmakla ilgili hiçbir değeri yoktu. Emin olmak için yine dua ettim fakat artık benim için öyle görünüyor ki, o, öldürüldüğüm takdirde emin tarafta olma vakasından ibaretti. Şimdi bir öteki dünyaya inanıyorum, ve daha az tehlikeli bir hayata gidiyorum, fakat aynı zamanda gücün bulunduğu tarafta olmak, iyi bir fikir gibi görünüyor. Kişinin bir çenk çalma şansı varsa, kömürü küreklemesinde mesele yok.
Ş ahsi korunma vasıtası olarak duanın faydası çoklarını rahatsız etmekteydi. "En yakın arkadaşım ve ben hiç dua etmedik", diye bir asker yazıyor. "Ve hiç de yaralanmadık. Dua eden bir çocuk gördüm, bir Alman 88 bombardımanıyla dua ederken öldürüldü."
B u çeşit şiddetli ve şaşırtıcı şoklar, şüpheleri ve inkarı getirir. Muharip askerler, en yoğun şekilde katlanılmaz acıları yaşadılar. Kötünün, fenanın kontrol altına alınamaz kuvvetlerinin yürüyüşlerini gördüler. Gözleri açılmadan bir Allah'ın varlığıyla uzlaştırmak, hakikatlerin en zorudur. Ayrıca onlar, hiç de hakim bir inanç ikliminin olduğu bir yer ve durumda yaşamadılar. Bu yüzden çocukluk dininin son izleri kuvvetle yok edildi. Her şeye rağmen onların çoğunda ısrarlı olan dini ihtiyacı tatmin yolunu yine de bulabilirler, bunu da sadece olgun insanın dini yoluyla yapacaklardır.
2
Olgunlukta Din
0, 30, ve hatta 70 yaşlarındaki bir şahıs, ister istemez çocuk şahsiyetine sahip değildir. Gerçekte kronolojik yaş, zihni ve duygusal olgunluğun, aynı şekilde dini olgunluğun, mukayeseye gelir zayıf bir ölçüsüdür. Kişi çocukluktan çıkarken düşünce ve hislerinin egosantrizmini baskı altında tutar ve ekseriyetle çevresel baskı, bireyi diğer olgunluk şekillerine aman vermez tarzda yaptığı gibi dini bir olgunluk içine zorlamaz. Çünkü bireyin dinine başka insanlar tarafından umumiyetle onun kendi meşgalesi gibi bakılır, ve bu din diğerlerinin merakı derecesinde kolayca egosantrik, büyüsel ve arzu tamamlayan bir şey olarak kalır. Bundan dolayı muhtemelen yetişkin şahsiyetinin hiçbir bölgesinde, dini tutumlarında olduğu kadar çocukluktan gelen bakiye bulmayız.
H erhangi bir duyguda olgunluk, sadece gelişen bir zeka bir dereceye kadar bu duygunun gelişmenin durdurulmasına katlanamayacağı, fakat ilgili tecrübenin girişiyle ayak uyduracağı bir istekle canlandırıldığı zaman meydana gelir. Bir çok insanda dini duygunun ilgili olduğu derecede bu iç talep yoktur. Çocukluktaki dinin rahatlık veren bir değere ve eksiklik hissi veren bir dış baskıya sahip olduğunu gören bu insanlar esasen gençliğe mahsus bir formüle sarılırlar. Çok kere onu çocukluktaki yığılı, birikmiş hoş olan çağrışımları korumak için veya statükonun mevcut rahatlığı ve sosyal pozisyonu sağlamasındaki benzerlik sebebiyle alıkoyarlar. Aile mücevherlerini teslim almalarından fazla atalarının dinini teslim alırlar. Onu ilim ile, katlanma ile, ve tenkit ile bir ilişki içersinde çok yakına getirmek kaba, biçimsiz ve münasebetsiz olacaktır.
Şahsi bakımdan denemekten zevk alacağımız önceden belirli standart bir inanç veya uygulamayla -dine dair bir inanç ve uygulamayla- dine dair olgunluğun ne olduğunu tahmin etmeyeceğiz. Sizin ya da benim görüşlerimin olgun olduğunu söylemek, bütün diğer görüşlerin üstünde bir olgunluk ölçüsü olarak onları empoze etmek, münasebetsizlik olacaktır. Din tartışmaları, umumiyetle yazarın inançlarının diğer bütün inanç çeşitlerine üstün olduğu tavrıyla sınırlıdır.
İ nsan şahsiyetinin mahiyetiyle ilgili savunulur bir teoriden çıkan olgunluk ölçüsü aha objektif olacaktır. Başka bir yerde olgun bir şahsiyet vasıflarının üç tane olduğunu tartıştık. Birincisi, viscerojenik arzu dizisi ötesinde ideal obje ve değerlere ilgi duyan psikojenik alakalara dair bir vasıf çeşididir. Kişi vasıtasız biyolojik impuls seviyesinden kurtulmadıkça, hayatı açıkça gölgede ve bodur kalır. İkinci bir vasıf, kendi hayatı hakkında mütefekkir ve kavrayışlı olmak üzere kendisini cisim haline koyma kabiliyetidir. Kavrayışlı birey kendisini başkalarının gördüğü gibi görür ve muayyen anlarda bir çeşit kozmik perspektifle kendisine bakar, gelişmiş bir hümor duygusu, bu ikinci vasfın biz yönüdür.
N ihayette olgun bir şahsiyet, gerçi ister istemez dini tipte değil, ne de kelimelerle açıkça ve mantıklı ifade edilmiş, ne de tamamen bitmiş bir hayat felsefesi değil, daima tek vücut haline gelmekte olan bir hayat felsefesine sahiptir. Fakat dominant bir entegratif modelle sağlanan yön ve uygunluk olmadan herhangi bir hayat, parçalı ve gayesiz görünür.
Bu üç olgunluk vasfı keyfi bir tarzda seçilmez. Onlar gelişme yolunda herhangi bir kimseye açık olan üç temel gelişme sokağı göstermeleri sebebiyle seçilirler: alakaları genişleten sokak (yaygınlaşan şelf), tarafsızlık ve kavrayış sokağı (kendini cisimlendirme) ve entegrasyon sokağı (kendini tek vücut haline getirme). İlmi bakımdan destekli herhangi bir olgunluk ölçüsünün bu üçünden esasen farklılaşacağında şüpheliyim.
H er olgun birey mutlaka dini bir duygu teşkil eder, denemez. Bunu yapmazsa, belki de estetik, etik veya felsefi karakterde olan bir sentez tarzına, bir başka tatminkar hayat felsefesine sahip olduğu içindir. Fakat her ne zaman olgun bir şahsiyette olgun bir dini duygu gelişse, onun yerine getireceği ağır bir görevi vardır, çünkü bu dini duyguya dayanan her tecrübe atomunu bütüne uydurma göreviyle yüklüdür. Diğer hakim duygular ister istemez görevlerinde daha az hırslıdır. Mesela tamamen estetik bir şahıs, kendisi için yeterli bir hayat tarzı geliştirebilir. Sanat ve hümorla ortaya kafi derecede iyisini çıkarır, fakat o bunu, kendisi için hiçbir büyük sonucu olmayan moral ve metafiziksel hayat bilmecesinden çoğunu cevaplandırması sebebiyle yapar. Aksine, olgun dini duygu kendisini bütün gerçeklere, bütün değerlere ve değersiz olanlara açık tutar, ve bir hayat çatısına nazari ve pratik katılımlar için ipucuna sahip olmayı ister. Yapılacak böyle bir görevle bu duygu için olgun bir gelişme safhasında kişinin realiteyle mukavelesinde kaçış maddesi sağlayan hayat fantezisinin bir köşesine gönderilmiş tecrübenin ana akışından irtibatsız kalmak imkansızdır.
Din kritisizminin çoğu olgun olmayan şekillere yöneliktir. Bu durumda empülsif kendi kendini memnun etme seviyesinin ötesinde gelişmemektedir. Psikojenik değerlerle meşgul olma yerine, kendinde merkezleşmiş alakalar için hem bir istekleri gerçekleştirici hem de uyutucu bir fonksiyona hizmet eder. Kendini cisimlendirmeyi gerektirmez, fakat hal ve gidişinin niteliğine hakim bireyin kendisini yerleştirebildiği bir mana rabıtası saklamakta başarısızlığa uğrayan, düşüncesiz bir perspektif kalır. Nihayette, olgun olmayan bu duygu, gerçekte şahsiyet üzerinde tesir bakımından birleştirici değildir. Tecrübenin bütün bölgelerini dışarıda bırakacak şekilde ve hatta yoğunluk bakımından fanatik olduğunda bile, birden gelip geçer, bölümlere ayrılmıştır, fakat kısmi şekilde şahsiyetin bütünleyicisidir.
DUYGUNUN MAHİYETİ
Duygu terimini kullanırken alaka, genel görünüş, veya inanç sisteminden maksadımız için aynı derecede uygun olarak bahsetmekteydik. Bütün bu terimler, kısaca dikkati şu gerçeğe çeker; gelişmenin izlediği yolda nispeten istikrarlı şahsiyet birimleri derece derece ortaya çıkar. Böyle birimler daima zihni hayatın iki merkezi ve hayati fonksiyonunun ürünüdür: motivasyon ve organizasyon. Motivasyon zihni hayatın "gidiş"ine, organizasyon ise modeline dayanır. Daha önceden söylenildiği gibi, psikolojik vokabülerimizin —zihni veya organize edici kuvvetlerden emosyonel kuvvetleri ayırmaya kalkması esefe layıktır. Fiili hareketler açısından zihni hayatın asli birimi organize olmuş motivdir, veya tercih ederseniz, motive olmuş organizasyondur. Nasıl denilirse denilsin bu birim, uygun uyarıcı veya çağrışımlar olduğunda uyumlu davranış için şahsı hazırlayan bir hazırlık sistemidir, hareketlerin asıl saikidir.
B ir otomobil kullanmada olduğu gibi, bir hazırlık sistemi iyice kökleşmiş ve tamamen spesifik ise, muhtemelen bir alışkanlıktan söz ediyoruz demektir. Hal ve gidiş bakımından nezaket, saldırganlık, ve çekingenliğe götüren istidatlarda olduğu gibi, spesifik uyarıcılara dayanmadan bir dereceye kadar daha geniş bir uyum tarzı gösterirse, bir vasıftan söz ediyoruz demektir. Bireyin sosyalleşmiş istidatlarından ve onlarla mücadelesinden irtibatsız bir temayülü gösterirse, muhtemelen bir nevrozdan söz ediyor olacağız, Tanımlanır bir değer objesine —bir anne, bir evlat, bir hatıra, bir komşuluk, bir vatan— yönelmiş bir his ve düşünce organizasyonu gösterirse, buna da duygu sistemi deriz. Bir duygu objesinin örneklerdeki gibi fiziki bakımdan somut olması gerekmez. Yine bir duygu, bazı insanların duasında güzelliğe, veya şahsiyetin kutsiyetine veya Tek Dünya fikrinde olduğu gibi daha soyut değer fikirlerine yönelik olabilir. Böyle pozitif duygular bir yana, şüphesiz birey tarafından değer olarak değil değersizlik olarak bakılan şahıslara, objelere, fikirlere hissedilen nefretin içinde yer aldığı negatif duygular da vardır. Böylece bir ateist, müştereken dini olarak bakılan her şeye dair negatif bir duyguya sahip olabilir.
Daha soyut duygular seviyesinde bireyle irtibatla kesinlik ve açıklıkla belirtilmiş objeye ad verilirken zorlukla karşılaşırız. Mesela, dini duygunun obje veya hareket noktası ne olmalıdır, bunu düzenleyebilir miyiz? Sanmıyoruz, çünkü duygu öyle geniştir ki, saf bir zihin haline karşılıktır. Bu hal, çeşitli objeler ve ikinci dereceden değerler birbirini takip eder şekilde görüş alanına getirilirken ısrarlıdır. Uluhiyetin muayyen bir yönü, bir anda ferdin dikkatini meşgul edebilir; kişi derhal kendisini kötünün mahiyetini ve sonra da ebedilik şanslarını düşünürken bulur; bir perestiş anı duruma müdahale eder ve sonra uluhiyetin bir başka yönü zihne getirilir, ki o belki de Hz. İsa tarafından tesis edildiği farz olunan vaftiz ayininin manasına dikkati toplar, ve bu sıra ile inançtaki bir kısma doğru yeniden özel bir tutumu canlandırır. Ve böylece sonsuza kadar gider, ve duygunun farklı objeleri ve ikinci dereceden değerleri olarak yükselir ve düşüş gayretleri halinde zihinde yer alır. İnsanların bazı tutumlarda fazlasıyla benzer, diğerlerinden farklı olduklarını görmek her zaman olan bir haldir.
D ini duygu hakkında şaşırtıcı ve herhangi bir duygu hakkında daha az şaşırtıcı olan şudur, gerçi duygu alakanın tutum ve objelerinden birçok unsurları gerektirir, fakat yine aynı derecede istikrarlı bir zihin hayatı birimini de sunar. Tutum unsurları değişkendir, fakat hepsi de iyi modelleşmiş münferit bir sisteme yardımcıdır.
Olgun dini duyguyu, bireyin kendi hayatında nihai öneme sahip ve kendisini eşyanın tabiatında sürekli veya merkezi olarak baktığı şeylerle uğraşmak mecburiyetinde olarak gördüğü kavramsal objeler ve prensiplere ve alışkanlıkla ilgili muayyen tarzlarda ve en uygun şekilde tepkide bulunmak üzere tecrübeyle ortaya çıkmış bir istidat olarak tarif edebilir miyiz? Bu şekilde tarif edilen dini duygu, her insanoğlunda umumiyetle, hem de herhangi bir bireyin gelişmesinin takip ettiği yol boyunca geniş farklılıklara izin verir.